Tekfirin kaynağı akıl değil nakildir

“Söz siyasetten açıldığında “Şöyle yapmak akaîde girer mi?” türünden sorular, bazıları için güncelliğini koruyor olsa gerek ki, bu türden sorular seçim arefesinde çoğalmaya başladı.

Kimileri, bu tür soruların modasının geçtiğini düşünebilir. Fakat bendeniz, gelen soru ne kadar “hafif” olsa da, akidesini ciddiye alan insanların ciddiye alınması gerektiğini düşünürüm. Çünkü etrafımızda, akidede laubalileşmiş o kadar adam var ki.

Bu laubalileşme, özellikle 28 Şubat fırtınasının köküyle irtibatını kopardığı Müslümanlarda çok görülüyor. Savrulanlar koy vermiş görünüyorlar. Hatta son dönemlerde bir Müslümanın ağzından “Dini her şeye karıştırmamak lazım canım!” gibisinden, dünün tescilli homo-laikus’larından duymaya alışkın olduğumuz sözler duyarsanız şaşırmayınız.

O bazılarının ağızlarından çıkanı kulaklarının duymadığı açık. Onlara birinin varlık âleminde Allah’tan bağımsız bir alanın olmadığını, tevhid akidesinin temel şartının bu olduğunu, bunun zıddı bir itikadın Kur’an’ın ifadesiyle “şirk” olduğunu hatırlatması gerekiyor.

Kartezyen felsefeye dayalı seküler düşünce işte bu nedenle tevhitle taban tabana zıttır ve uzlaştırılamaz. Bu nedenle seküler akıl ayırıp parçalar, muvahhit akıl birleştirir. Ayırıp parçalayan aklın insanı, insanlığı, hayatı ve dünyayı ne hale getirdiği ortada. İnsana “elementlerin bileşkesi” gözüyle bakan bir fizikçi için insan “akıllı maden”den öte nedir ki?

İşte bu gerekçelerle amelî durumu ne olursa olsun bir mümin akidesi üzerine titremeli, ona toz kondurmamaya çalışmalıdır. Fakat çoğu zaman akide üzerine titremekle akideyi sulandırmak arasındaki sınır kayboluyor ve hassasiyet tam zıddı bir işleve, akideyi sulandırma işlevine dönüşüyor.

Galiba burada da yine o altın kelime geçerli: Denge?

“Şu şey akaide girer mi?” sorusu o şeyin iman ve inkar alanında görüldüğünün işaretidir. İşte tam da bu noktada sorulması gereken soru şudur: Bir şeyi iman ve inkar alanına taşıma yetkisi kime aittir?

Sahiden, bizler bir hususu her canımız istediğinde “iman alanına” taşıyabilir miyiz? Eğer bu yetki bizim elimizdeyse iman alanındaki bir hususu da iman alanının dışına çıkarabiliriz demektir. İşte meselenin can alıcı noktası budur ve akait konularında yapılan yanlışların temelinde de bu sorunun cevabının doğru verilmemesi yatar.

İslam akidesinde bu sorunun cevabı açıktır: Neye inanıp neye inanmayacağına bir Müslümanın kendisi değil, kayıtsız şartsız teslim olduğu için kendisine “Müslüman” adını veren Allah belirler. Bu nedenledir ki akide içtihada ve mezhebe konu olmaz. Her ne ki içtihada ve mezhebe konu olmaktadır, o da akide olmaz.

Bir meselenin akideye konu olabilmesi için iki şartı haiz olması gerekir: 1. Sübutu kat’i olacak. Yani delil olmak yönünden içinde zan taşımayacak ki, bu da kendisinde şüphe bulunmayan vahiydir. 2. Manaya delaleti kat’i olacak. Yani anlamı kesin ve net olup birden farklı anlama gelmeyecek. Kur’an ilimleri terminolojisiyle konuşursak “müteşabih” değil “muhkem” olacak.

Bu iki şartı taşımayan bir husus “iman-küfür” sınırları içerisinde değerlendirilemez. Dolayısıyla bu şartları taşımayan bir konudaki inkarından dolayı hiç kimse “küfür”le, “kafirlikle” suçlanamaz.

İmam Gazzali, el-İktisad fi’l-İ’tikad (=İtikatta Denge) adlı eserinde “Tekfirin kaynağı akıl değil nakildir” der. Gazzali her ne kadar kendi koyduğu bu ilkeye filozofları küfürle suçlarken kendisi uymamışsa da, koyduğu ilke doğrudur.

“Tekfirin kaynağı akıl değil nakildir” demek ne demek?

Mümin ve Müslim olduğu bilinen biri bana göre, sana göre, ona göre kafir olmaz, demektir. Çünkü İslam inanç sisteminde imanın sınırlarını kullar değil Allah belirler. O da ilahi vahiyde kayıtlıdır. Kimse kayıtlı olan bu akideye dışardan yeni unsurlar ekleyemez, akidenin esaslarından birini de çıkaramaz. Bunu İslam’da yapacak ne Papa, ne Kilise, ne Konsil, ne de Sinod vardır. Bunu yapmaya kalkanlar kendilerini bunlardan biri yerine koymuş, İslam’ı da Pavlus’un diniyle bir tutmuş olurlar.

Sadece “küfrüne hükmetme” anlamına gelen “tekfir”in kaynağı nakil değildir. Aynı zamanda “imanına hükmetme” anlamına gelen “te’min”in kaynağı da nakildir. Bunu şöyle bir cümleyle açıklarsak daha iyi anlaşılır: Sizin kendiniz için ne dediğinizden çok Allah’ın sizin için ne dediği önemlidir. Yani Müslüman olmanın şartlarını siz değil Allah belirler.

Bu da İslam akidesine karşı laubalileşen resmi ideolojiye mensup sınıfların problemidir. İşlerine geldiği yerde İslam’da ruhbanlığın olmadığını ağızlarında sakız eden bu çevreler, iş Allah’ın dediği gibi Müslüman olmaya gelince bizzat kendi kendilerini Papa ve Konsil yerine koyarak İslam’ın vahiy tarafından çizilmiş sınırlarını kendilerine göre “özelleştirmeye” kalkarlar.

Sözün özü, Müslümanlar hassasiyet adı altında akideyi sulandırmamalı, İslam’la bağını koparmış ya da zayıflatmış hakim sınıflarsa İslam akidesine karşı takındıkları bu çirkin laubali tavrı terk etmelidirler.

Yorum Yaz