Televizyonun şanssızlığı

O kadar kötü kullanılıyor ki, birçokları onu ıslahı gayr-ı kabil sanıyor.

Televizyondan söz ediyorum. Şu bazılarının “ahmak kutusu”, bazılarının “Deccal” ilan ettiği aletten… Bunlardan kimilerinin Deccal ile ilgili hadislerdeki tasvirlerle televizyon arasında garip bağlar keşfettiğine dahi şahit olmuşumdur.

Rivayetlerde Deccal tek gözlü olarak tasvir edilir. İkna kabiliyeti çok yüksektir. Önünde kimse duramaz, her engeli çiğneyip geçer. Yalnızca ihlaslı müminlerin evine giremez. Kitleleri arkasından sürükler. Büyük bir iddia sahibidir. “Ben sizin Rabbinizim (terbiyecinizim)!” der herkese. İddiasını ispat için illüzyonlar sergiler?

İlk gençliğimizde büyüklerimiz bu alete “fitnevizyon” derlerdi. Dindar muhitler uzun zaman direndi televizyona karşı. Bu çevrelerde televizyonlu ev parmakla gösterilirdi. O dönemlerde evinde televizyon bulundurmak, kişinin dindarlığında nakısa anlamına gelirdi.

Hiç unutmam; tanıdığım bir şeyh efendinin evinde televizyon olduğunu öğrenen müritler, uzun süre şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Sonunda şu yorum onları teskin etmişti: Yalnız haberleri izliyormuş.

O dönemde mütedeyyin çevrelerde parmakla gösterilen televizyonlu evler, aynı zamanda misafiri en yoğun evler haline gelmişti. Çünkü televizyonsuz evlerin çocukları için bir “televizyonhane” olarak kullanılır olmuştu. Bu daha kötü bir durumdu aslında. Fakat alternatif çözümler üretmek ve çocukları için benimsenebilir gündemler oluşturmak yerine görmezden gelme kolaycılığı tercih edilmişti.

Televizyonun olumsuz etkisinden çocuğunu korumak isteyen aileler, eve televizyon sokmamayı tek çözüm yolu olarak görüyorlardı. Örneğin sokağın yıkıcı etkisi onların gözünde ikinci dereceye inmişti. Çocukları için bir gündem belirlemek akıllarına dahi gelmiyordu. Dahası, evlerinin televizyonsuz ortamının, televizyonlu evlerden daha “kitaplı”, daha huzurlu, daha nitelikli olup olmadığı üzerinde çoğunlukla düşünmeye de yanaşmıyorlardı.

Tabi ki bu yöntem de tutmadı. Bir müddet sonra televizyonsuz ev parmakla gösterilir oldu. Daha sonra yüksek bürokrat olan bir tanıdığımın evinin adı, yöneticisi olduğu eğitim kurumunun lojmanlarında “televizyonsuz ev”e çıkmıştı. Adres sorduğunuzda insanlar “Televizyonsuz ev mi?” diye soruyorlardı. Onun tavrı bir kahramanlık olarak görülüyordu idealist çevrelerde. Bir açıdan gerçekten de öyleydi.

Kanalların önce renklenmesi, ardından çeşitlenmesi, dindar çevrelerden “sizin de bir kanalınız olsun” sloganıyla toplanan paralarla açılan kanal ve onu takip eden diğer kanallar yoluyla mütedeyyin çevrelerin “televizyonlu hayat”a ikna edilmesi, televizyonun tahribatını kat kat geçen internet ve internet kafeler?

Bilişim ve iletişim dünyasındaki bu baş döndürücü ilerleme, bir sel gibi önüne çıkanı sürükleyip götürdü. Herkesi mi? Elbette ulu ağaçlar gibi köklü olanları, damardan beslenenleri, korumak istediklerinin iç dünyalarını tahkim ve takviye edenleri değil. Aslında bir kez daha “adam olacak çocuk ne eder eder adam olur” gerçeği doğrulanmış oldu. Tabi ki tersi de geçerliydi: Yozlaşacak olan, ne tedbir alırsanız alın kendini yozlaştıracak bir araç bulur.

Bir önceki yazıda söylemiştik: Hiçbir alet bizzat kötü değildir. Hiçbir aletin, onu kullanandan bağımsız bir aklı yoktur. Dolayısıyla kullanılan alet değil kullanan akıl eleştirilmelidir.

Televizyonun en büyük şanssızlığı Modern Batı gibi insanlığın yol kazası bir uygarlık eliyle keşfedilmiş olmasıdır. Kâşif, zaaflarını keşfine bulaştırmıştır. Kutsalla eşya arasındaki bağı koparan, bütünü parçaya indirgeyen, hazcı ve zevkperest, adaleti güçlünün özgürlüğüne, sözün gücünü gücün sözüne indirgeyen bir aklın tüm zaaflarıyla arz-ı endam ettiği bir sahne olup çıkmıştır televizyon.

Peki, kâşifin keşif üzerindeki bu tahribi daimi midir, arızi midir? Bir başka ifadeyle, kötü kullanım eşyanın cevherini bozar mı?

Hemen belirtelim ki, “İcat ile mucit birbirinin aynı mıdır, gayrı mıdır?” sorunsalı, noktalanamaz bir felsefi tartışmanın konusu olabilir. Yine bu sualden yola çıkarak “İcadın bir tabiatı var mıdır? Varsa bu mucidin tabiatının aynı olmak zorunda mıdır?” sualine geçilebilir.

Benim cevabım belli: İlk icat ilahi yaratış, ilk mucid de Hallâk ve Bedi’ olan Yaratıcı’dır, dolayısıyla endişeye mahal yoktur. Her keşif gizli olanın açığa çıkarılması, “ceninin tevellüdü”dür. Yani, doğumdur. Her doğan fıtrat üzere doğar, onu çevresi (kullanan) yoldan çıkarır.

Sözün özü: Televizyon adlı aracı keşfeden akıl, ona dilini öğretenin ta kendisidir.

Neticede ortaya bir “televizyon dili” çıkmıştır. Bu dil kendisini kullanan herkesi nesnesi kılmaktadır. Bundan böyle de kim bu dile sorgusuz sualsiz teslim olursa, hiç kimsenin tereddüdü olmasın ki, onu da teslim alacak ve nesneleştirecektir. Mevcut dile teslim olunarak açılan her kanal, amiyane tabirle “davul senin omzunda, tokmak ötekinin elinde” bir durumdur. Tokmağı ele geçirmek de yetmez; meğerki tokmağa komut veren aklı inşa eden muhkem bir tasavvura sahip oluna.

Yapılması gereken belidir: Yeni ve alternatif bir “televizyon dili” kurmak.

 

Yorum Yaz