Tevhidin hakikati: Hâlik tektir – mahlûk çoktur

Tevhidin sırrı tekliği ve biricikliği Allah’a tahsis etmek, O’nun dışındaki her şeyden teklik ve biriciklik iddiasını nefyetmektir.

Tevhid İslam’ın Üssü’l-Esasıdır

Allah’ın kitabında, tevhid kadar titizlendiği bir başka konu yoktur. Allah’ın peygamberlerinin tümünün ortak çağrısı tevhidedir.

Tevhid, İslam’ın üssü’l-esasıdır. İslam adına ne inşa edilmişse, tevhid temeli üzerine inşa edilmiştir. Bu yüzden tevhide yönelik her tahrif teşebbüsü, İslam’ın temellerine yönelik bir saldırıdır. Tevhidi savunmak için yapılacak her şey, İslam’ın temellerini savunmaktır.

Tevhid,sahih imanın mihveridir. İmanın tüm unsurları, tevhid mihverine bağlı olarak çalışır. Eğer bu mihver yerinden kayarsa, ona bağlı tüm unsurlar ister istemez yerinden kayar.

Tevhid,mü’mince duyuş, düşünüş ve işleyişin mihenk taşıdır. İnsan duygu, düşünce ve eylemlerini tevhid mihengine arz eder. Kalp, akıl ve azalarından sadır olan bütün bu şeylerin değerini tevhid mihengi üzerinden belirler.

Tevhid,Allah’a imanın anahtarıdır. Allah’a makbul bir imanın kapısı tevhid anahtarıyla açılır.

Fıtrat tevhide ayarlıdır. Tevhid fıtrata sadakat, şirk fıtrata ihanettir. Tevhid ahlaki davranışın ruhudur. Tevhid ruhu üflenen davranış, takva olur. Takva, akleden kalbe takviyedir. Takva iradenin ürünüdür, irade müriddir, mürşidi tevhiddir. Zira tevhid, bilincin ışığıdır. Akıl/düşünce, kalbi/duyguları bağlar, tevhid aklı bağlar. Zira tevhid aklın aklıdır. Bilginin zirvesi tevhid, eylemin zirvesi istikamettir. Tevhid, iman ve İslam’ın hem illeti, hem gayesidir. Kula kul olmayı engeller. Dağılmış insanı toplar. Şirkin en sinsisi, insanın iç fakülteleri arasındaki çatışmadır, iç savaştır. Tevhid buna mani olur, parça ve bütün arasındaki bağları onarır.

Yaratan Tektir, Yaratılan Çoktur

Tevhid, Allah’ın tekliğini tasdik ile başlar. Hâlık’ın tekliğini tasdikin olmazsa olmaz bir şartı daha vardır: Mahlûkun çokluğunu tasdik… Tek olan Hâlık’ı çok bilmek tevhide ne kadar zarar verirse, çok olan mahlûku tek bilmek de tevhide en az o kadar zarar verir.

Hâlık’ın tekliği tevhidin şartı, mahlûkun çokluğu da adaletin şartıdır. Hâlık’ı tek bilmemek şirk üretir, mahlûku çok bilmemek zulüm üretir. İnsanlık tarihinin tüm diktatör, despot ve tiranları, teklik iddiasının peşinden giderler.

Siyasette teklik iddiası Firavun üretir.

Bürokraside teklik iddiası Haman üretir.

Ekonomide teklik iddiası Karun üretir.

İlimde teklik iddiası, Bel’am üretir.

Kavimde teklik iddiası, Yahudilik üretir.

Lâ ilâhe illallah(Allah’tan başka ilah yoktur), kelime-i tevhiddir. Eğer kelime-i tevhidi imanın ikinci umdesi olan ahirete taşısak da, “Ahiretten başka hayat yoktur” (La hayate ille’l-ahirah) desek, temel bir hakikati inkâr etmiş oluruz. Bunu vahiy de reddeder. Tevhid kelimesini imanın bir başka umdesi olan nübüvvete taşısak da “Peygamberimizden başka peygamber yoktur” (lâ-nebiyye illâ nebiyyunâ) desek, biri dışında tüm peygamberleri inkâr etmiş oluruz. Şayet tevhid kelimesini Kur’an’a taşısak, onun dışındaki tüm vahiyleri inkâr etmiş oluruz. Demek ki Allah, zatı dışındaki iman umdelerinde dahi, birlemeyi irade etmiyor.

Hâlık’ın tekliği nasıl uluhiyyetin yasası ise, mahlûkun çokluğu da mahlûkatın yasasıdır. Mahlûkatın çokluğu yasası öyle temel bir yasadır ki, bırakınız masum zenginliklerden birini ortadan kaldırmayı, küfrü bile ortadan tamamıyla kaldırıp, insanların tümünü iman etrafında tek vücut kılamazsınız. Zira bu Allah’ın iradesine aykırıdır: “Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi” (Yunus 10/99), ama istemedi. Zira mahlûkat için çokluğu yasa kıldı.

Tevhidin hakikati budur. Tevhidin bu hakikatini anlamamak, merdut taassupların üremesinden başka bir işe yaramaz. Üreyen her taassup sadece ruhu kısırlaştırmaz, aynı zamanda tevhidin hakikatine de aykırı düşer.

Uluhiyyet Tevhidi

Tevhid, hakikate arız olan her türlü sahtelikten insanın inancını arındırmasıdır. İnsan tevhide yatkın yaratılmıştır. Zira fıtratı tevhid nakışıyla işlenmiştir.

“Bir olanı bir bilmek” manasındaki tevhid, İslam akidesinin omurgasıdır. Bu omurga kaydığında, bunun olumsuz etkisi hem inançta hem de amelde görülür. Zıddı şirk’tir. Tevhid birin birliğine sadakat, şirk birin birliğine ihanettir. Yalınkat anlamı “birlemek” olan tevhid’in birlenen (Allah) üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Zira o zaten tek ve mutlak, eşsiz ve benzersiz birdir. İnsanların tümü şirki tabiat haline getirseler, O’nun birliği bundan zerrece etkilenmez. Şu halde etkilenen biri vardır. O da “birlenen” Allah değil, “birleyen” insandır. Tevhid zaten Samed olan ve mürekkep olmayan Allah’ı -hâşâ- dağılmaktan korumaz, fakat insanın kendisini, bilincini, iradesini, aklını ve vicdanını dağılmaktan korur.

Tevhid üç başlık altında ele alınabilir:

  1. Uluhiyyet tevhidi: Karşılığı ‘iman’dır.
  2. Rububiyyet tevhidi: Karşılığı ‘İslam’dır.
  3. Ubudiyyet tevhidi: Karşılığı ‘salih amel’dir.

Bu üç başlığın son ikisi birincisine bağlıdır. Zira Uluhiyyet tevhidi olmadan, ne rububiyyet tevhidi olabilir ne de ubudiyyet tevhidi olabilir. Tıpkı imansız bir İslam’ın ve salih amelin olmayacağı gibi.

Uluhiyyet tevhidinin akli tutamağını Kur’an Enbiya Sûresi’nin 22. âyetinde verir:

لَوْ كَانَ ف۪يهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, (gökler ve yer) fesada uğrayıp mahvolurdu.” (Enbiya 21/22).

Eğer kaotik bir kâinatta değil de kozmik bir kâinatta yaşıyorsak, bu sadece bir düzen sağlayıcının varlığının değil, aynı zamanda birliğinin de delilidir. Zira birden fazla olsaydı, en küçükten en büyüğe kadar bu kâinat kozmostan (düzenden) mahrum, kaosa (keşmekeşe) mahkûm olurdu.

Kelime-i Tevhid: Yüzde Yüz Allah

“Ve (sen, ey muhatap), unutma ki Allah’tan başka ilah yoktur!” (Muhammed 47/19).

Kelime-i tevhid, iman edilecekler listesinin altına atılan imzadır.

Kelime-i tevhid, hakikatin tek cümle halinde itirafıdır.

Kelime-i tevhid, sözün özüdür.

Kelime-i tevhid, bütün kelimelerin akleden kalbidir. Söz ruhunu ondan alır.  Her kelime, her cümle, her metin, ona yakın olduğu oranda değerli bir kelam, ondan uzak olduğu oranda değersiz bir laftır.

Kelime-i tevhid, varlık hakikatinin süzülüp, kalıba dökülerek dile konulmuş biçimidir. Nefes-i ilahinin sırrıdır. İnsan bu kelimeyi söylerken iki kez h (O) der, O’ndan başka tapılmaya layık hiçbir mabudun olmadığını söylerken, ta ciğerden bir h (O) sesi gelir, yalnızca O’nun olduğunu söylerken de, ta ciğerden bir “O” sesi gelir. Canlıların yaşadığını isbat eden nefes, aynı zamanda bu hayatı var edene bir atıf olup çıkar.

Her şey,  (yok) ile illâ (ancak) arasında olup biter. Tüm varlık, kendi dilince tevhid getirir. Var olmak, tevhid getirmek olur. Güneşin doğuşu, arzın dönüşü, yıldızların ipileyişi, gülün açışı, bülbülün ötüşü, ırmağın şırıltısı, rüzgârın efiltisi, ormanın uğultusu, hep bir nefes alıp verme, hep bir tevhid getirmedir. Gönül kulağıyla kâinatı dinleyen, kelime-i tevhidden başka bir ses duymaz. Gönül gözü ile varlığı temaşa eyleyen, kelime-i tevhidden başka bir şey görmez. Tüm sentetik boyalar dökülür, tüm sırçalar kavlar, tüm yaldızlar soyulur, geriye Allah’ın boyası kalır:

“Allah’ın boyası… Allah’tan daha güzel kim boyayabilir?” (Bakara 2/138).

Lâilahe illallahderken, hiç dudak harfleri kullanılmaz. Dudaklar hiç birbirine değmez. Kapalı bir süreç değildir kelime-i tevhid. Kemale doğru ilerleyen ucu açık bir süreçtir.

Lâilâhe illallah, ağzın içinde başlayıp ciğerde biten bir ses dizgesine sahiptir. Tevhidin insanın iç dünyasında yer etmesi de, tıpkı dildeki süreci gibi dıştan içe doğru işleyen yapıdadır. Tıpkı Allah’ın varlığının belgelerinin insanoğluna gösterileceğini ifade eden âyette (Fussilet 41/53) âfâk âyetlerinin, enfus âyetlerinden önce gelmesi gibi, kelime-i tevhidin ses düzeni de dıştan içe, görünenden görünmeyene doğru işler. Sözün tam burasında, “İman ettik” diyen bedevilerin henüz iman etmediklerini, imanın boğazlarından aşağı geçmediğini söyleyen âyeti hatırlayalım (Hucurât 49/14). İmanın boğazdan aşağı geçmesi, tevhidin ağızda kalmayıp ciğere işlemesi gibidir.

Lâilahe illallahiçerisinde, bir tek noktalı harf bulunmamaktadır. Bunun anlamı, kelime-i tevhidin tali değil asli seslerden oluşmuş olmasıdır. Kelime-i tevhidin sesleri nasıl asli seslerse, tevhidin kendisi de insan için öylesine aslidir. Asla göz ardı edilemez ve ihmale gelmez. Tevhid, insanın Allah karşısındaki esas duruşudur. Muvahhid olmak, klas duruşa sahip olmaktır.

Nefyi ve isbatı ile kelime-i tevhid noktasız harflerin temsil ettiği sesler kadar net ve açıktır. Nasıl ki, bu harf gurubu için “Ya noktası düşer veya unutulur da, bu karışıklık, anlamın karışmasına yol açarsa” kaygısı yersizse, kelime-i tevhidin taşıdığı mananın karıştırılma kaygısı da, o kadar yersizdir. Çünkü lâilahe illallah, hiçbir art niyetlinin yanlış okuma ve anlamasına fırsat vermez. Tevhid kelimesinin noktasız olması, içinde bir nokta kadar dahi şirke/ayrılığa/kopuşa yer bulunmadığına işaret sayılmıştır.

Lâilahe illallah, manasında taşıdığı değer itibarıyla, bütün bir maddi evrenden daha ağır ve değerlidir. Bir elmas düşününüz ki, bütün bir maddi evreni satın alacak kıratta olsun. İşte kelime-i tevhid, bütün bir maddi evreni satın alacak o elmastır. Allah Rasulü bunun için kelime-i tevhidi “gökler ve yerlerden ağır/değerli” olarak nitelemiştir. Aslında, gökler ve yerlerle kıyaslanmayacak kadar büyük ve görkemli olan cennetin anahtarı olması hasebiyle, kelime-i tevhid, elbette gökler ve yerlerden kıymetlidir.

Lâilahe illallah‘ın ilk yarısını oluşturan lâilahe (hiçbir tanrı yoktur) cümleciği nefy, ikinci yarısını oluşturan illallah(yalnızca Allah vardır) cümleciği isbattır. Nefy bir olumsuzlama ve değillemedir, isbat ise olumlama ve kanıtlamadır. Ne ki kelime-i tevhid, muhatabın zihninde bir bütün olarak, nefiy değil isbat cümlesi olarak nakşolur. Her ne kadar kelime-i tevhidin lafzı nefy ile başlıyorsa da, tasavvurda pekiştirilmiş bir isbat suretinde karşılık bulur. La olumsuzluk edatı illa (in+lâ) ile birlikte geldiğinde, birinci  ikinci ‘yı etkisiz kılar. Geriye, tekit için kullanılan in edatı kalır. Zaten, “Mutlak varlığın isbatını tasavvur etmek, mutlak yokluğun nefyini tasavvur etmekten önce gelir; zira ikincisi imkânsızdır” itirazını, lâilâhe illallah‘ın manasına dair bir risale yazan Zerkeşi şöyle cevaplamıştır: “Kelime-i tevhidin başında gelen lâilahe nefyi, aslında illallah isbatını güçlendirme amacını taşır.” (Bedrüddin Zerkeşi, Ma’nâ Lâilahe İllallah, s.81).

Kelime-i tevhidin bu özelliği, başka dillere çevrildiği zaman, sadece tasavvurda değil lafızda da ortaya çıkmaktadır. Dilimizde gerek “Allah’tan başka ilah yoktur” şeklinde, gerek “İlah, yalnızca Allah’tır” şeklinde karşılık bulsun, bu açıkça görülmektedir. Kelime-i tevhidin lâfzî karşılığı olan “İlah yoktur, yalnızca Allah vardır” tercümesi, hem kaynak dil hem de hedef dil açısından, makbul ve ideal bir karşılık değildir.

Mamafih, nefyin isbattan önce gelmesinin birçok nüktesi vardır. Bunlar:

  1. Tevhidininşası, şirkin imhası ile mümkündür. La süpürgesiyle kalbi şirkten temizlemeden, tevhid sultanı kalbe konuk olmaz.
  2. Eğer “evet”inizin güçlü, kayıtsız, şartsız ve mutlak olduğunu ifade etmek istiyorsanız, bunun en etkili yolu, söze “hayır” ile başlamaktır.
  3. Allah’a iman kalbin tevbesidir. Tevbe, doğruya yöneliştir. Doğruya yönelmek için, önce yanlıştan vazgeçmek gerekir. Nefyin önce gelmesi, yanlıştan vazgeçmenin, doğruya yönelmekten önce gelişine benzer. Mecelle kuralı “zararlıyı def etmek,  yararlıyı celbetmekten evladır” sözü de, kelime-i tevhid ile inşa olmuş bir aklın eseridir.
  4. Sadece tezini isbat eden bir ifade, tek ucu açık bir ifadedir. Art niyetlilerin elinde istismar edilebilir. Açık uçtan o ifadeye nüfuz ederek, istedikleri ilaveyi yapabilirler. Çıkaramasalar da, ekleyebilirler. Buna engel olmak ve kötü niyetlilerin umutlarını kesmek için, iki ucu da kapalı olması gerekir. İşte nefy ve isbat yöntemi, ifadenin iki ucunu da kapatan bir yöntemdir. Bu, tevhid konusunda vahyin ve onun sahibi Allah’ın titizliğinin en beliğ ifadesidir.
  5. Allah demek yetmez, illallah (yüzde yüz Allah) demek şart. Çünkü Allah demek, tek başına şirki dışlamaz. Ama vahiy illallah‘ın da yetmeyeceğinde ısrar eder. Bize kelime-i tevhidi öğreterek, tevhidi isbatta aşırı titiz davranmamızı emreder. Şirke başkaldırmamızı ve ısrarla “yok” () dememizi emreder. Zira muvahhid kişi “yok”u ne kadar güçlü söylerse, “var”ın varlığına olan imanı o kadar artar. İşte kelime-i tevhid, bunun için “yok” ile başlar.

İlahi vahdet, insan lisanında tevhid kelimesiyle billurlaşır. Bütün bir kâinat, tevhidin şuursuz şahididir. Düşünen ve konuşan canlı olan insandan, tevhidin şuurlu şahitleri olması istenir. Kelime-i tevhidin kelime-i şahadete dönüştüğü nokta burasıdır.

Tevhidin Düşmanı: Şirk

Kur’an, şirk için “büyük zulüm” der. Bu gerçek, Hz. Lokman’ın lisanında şöyle dile gelir:

وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰه اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ

“Hani Lokman oğluna öğüt verirken şöyle diyordu: “Yavrucuğum, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırma; çünkü her tür ilahlık yakıştırma gerçekten de korkunç bir zulümdür!” (Lokman 31/13).

Vahye muhatap olan herkes, Lokman’ın çocuklarıdır ve tüm zamanların Mü’minleri bir ailenin fertleri, peygamberler de bu büyük iman ailesinin kendi zamanlarındaki babalarıdır.

Şirk neden zulmün en büyüğüdür? Şu âyeti de dercettikten sonra, bu sorunun cevabına geçelim:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَاۤءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰىۤ اِثْمًا عَظ۪يمًا

“Kuşkusuz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; fakat dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar. Zira Allah’a ortak koşan kimseler, (O’na) iftira ederek korkunç bir günah işlemiş olurlar.” (Nisa 4/48).

Şirk en büyük zulümdür, çünkü insanın ruhsal bağımsızlık sürecinin önündeki en büyük engeldir. Zira şirk, tüm insani vasıfları ve ruhi yücelme çabalarını boşa çıkarır. Bu da, ahlaki davranış kalıplarının kırılmasıyla sonuçlanır. Şirki, Allah’tan başkasına tanrılık yakıştırmak olarak tanımlarsak, bu durum kişinin vehim ve hevasına tapınması anlamını taşır. Şirk, bu anlamıyla bumerang etkisi yaparak, şirk koşanı vurur. Çünkü insan, tanrılık vehmettiği şeyin ruhunu satın almasına izin verir. Kendi icat ettiği sahte tanrıya benliğini satanlar, Allah’la ilişki kurma fırsatını kaçırmış olurlar. Dahası, kendilerini, elleriyle atadıkları sahte tanrı karşısında nesneleştirmiş olurlar. Nesneleşme insanın iç enerjisini tüketir. Manevi bir AİDS gibi, ruhun direnç ve savunma mekanizmalarını kırar, onu her tür saldırıya açık ve savunmasız hale getirir. Bu ise insanın kendi kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. İşte şirkin büyük zulüm olmasının sebebi budur.

Şirk zulmünü işleyenin durumu, beynini darı sanıp, her tavuk gördüğünde başını elleri arasına alarak “Beni yeme!” diye kaçan delinin durumu gibidir. Önce Allah’a ait bir niteliği Allah’tan başkasına yakıştırır. Bu birinci zulümdür. Çünkü Allah’ın hukukuna tecavüz etmeye yeltenmiş, O’nun sıfatlarında tasarruf etme cüretinde bulunmuştur. Allah, şirk koşan kimsenin bu zulmünden zarar görmeyeceğine göre, bu zarar kendisine dönecek, kendisini vuracaktır. İkinci aşama, Allah’a ait niteliği, tanrılıktan hiçbir şey taşımayan bir varlığa yakıştırmaktır. İneğe tanrılık yakıştıranların halini düşünün. İneğin bundan haberi bile yoktur. Bu ineğe de zulümdür. Çünkü ineğe tanrılık yakıştıran, inekten tanrılık bekleyecektir. Bu ise hayvana yapılmış bir eziyettir. Bu noktada Allah’tan isteyeceği bir şeyi insandan isteyen birini düşünün. Beceremeyeceği, yapamayacağı bir şeyi birinden istemek, ona zulümdür. Bu da ikinci zulümdür. Bu zulümlerin üçüncüsü ise, kişinin kendi kendisine zulmüdür. Zira şirk koşanın bu zulmünden şirk koştuğu Allah zarar görmez, zarar gören tek kişi kendisi olur. Burada da görüldüğü gibi şirk, üç kez zulüm anlamına gelir.

Allah’ın şirki affetmemesinin nedeni, insana olan sevgisidir. Şirk, Allah’ın kuluna olan büyük sevgisine en ağır ihanettir. Allah’tan başkasına tanrılık yakıştıranlar, sadece şirk nesnesine kötülük etmekle kalmazlar, eşyayı kendi yerinden etmek suretiyle hadlerini aşarak kendilerine de kötülük etmiş olurlar. İbn Mes’ud bu âyetle, “Allah tüm günahları affeder” (Zümer 39/53) âyetinin arasını şöyle telif etmiştir:

Şirki ancak tevbe ile affeder, diğerlerini affetmesi tevbeye bağlı değildir.” (Taberi, Zümer Sûresi’nin 53. âyetinin tefsiri).

Seküler Şirk

Şirkin bir türü de, Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olduğunu tasavvur etmektir. Bütün bir varlık âleminde Allah’tan bağımsız bir tek alan yoktur. Hayat alanı da öyledir. Allah hayata müdahildir. Allah’ın hayata müdahil olmadığını düşünmek şirktir. Allah’tan bağımsız bir alan olduğu zehabına kapılanın önünde iki kapı vardır: Allah’ın müdahil olmadığını düşündüğü o alanda, ya Allah’tan başkalarına tanrılık yakıştıracak veya kendisi tanrılık taslayacaktır. Zaten, birinci tür şirk, ikincisine mülhaktır. Zira başkasına tanrılık yakıştıran, gerçekte kendini ilahlaştırmış olur.

Günümüzde şirkin bu türü, seküler düşüncenin yaygın olduğu çevrelerde revaç bulmaktadır. Seküler düşünce, hayatın bazı alanlarına Allah’ın müdahil olmadığını düşünmekle kalmamakta, bu zehabını hayata geçirmek için, Allah’ı hayattan soyutlamaya kalkışmaktadır. Bunun sonu bellidir: Allah’tan, yani kutsaldan arındırılan hayat alanının hızla kokuşması ve o alanda yaşayan herkesi ve her şeyi amansız biçimde çürütmesidir. Allah’tan koparılmış bir hayat, ruhunu yitirmiş bir ceset gibi kokuşur. Bu kokuşmayı gizlemek için mumyalama yöntemini kullanmak, ölüleri diriltmez, sadece ölü yüzü pudralama anlamına gelir. İşte şu âyet bu şirk türünü dile getirir:

“Gökte de ilah olan, yerde de ilah olan yalnızca O’dur; ve O sonsuz hikmet sahibidir, her şeyi bilendir! (Zuhruf 43/84).

Allah’ın gökte ilah oluşuna -mecburen ve naçar- boyun eğmek, fakat Allah’ın insanoğluna emanet ettiği şu ilahi misafirhanedeki hayatı Allah’tan koparmaya, O’ndan kaçırmaya, O’ndan çalmaya çalışmak!.. Hırsızlık kötüdür. Fakat dayalı döşeli evinizi kendisine açtığınız, her bir ihtiyacını eksiksiz karşıladığınız, mükellef sofralarda ağırladığınız misafirin eşyanızı çalmaya, evinizi gasp etmeye kalkışması daha kötüdür. İnsan, dünya adlı şu misafirhanede Allah’ın konuğudur. O öyle bir hane sahibidir ki, sadece hane O’na ait değil, misafirin kendisi de, hayatı da O’na aittir. Hal böyleyken, Allah’ın müdahil olmadığı bir hayat alanı düşlemek, ilahi emanete kaç kez ihanet sayılmalıdır, varın siz hesap edin! “Allah hiçbir nankör haini sevmez” (Hacc 22/38).

Allah, Müslüman hayatının merkezinde yer alır. Mü’min kişi, hayatın her anında Allah’la beraberdir. Yaşadığı hayatın nesnesi değil öznesi olmayı, ancak bu sayede becerebilir. Mü’min kişi bilir ki, hayatın süvarisi olmak, ancak Allah’lı bir hayatla mümkündür. Yoksa hayatın atı olmak zorunda kalır. Bu yüzden asla Allah yokmuş gibi düşünmez, yaşamaz, konuşmaz. Zira Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır. İşte bu yüzdendir ki, Müslüman aklı, hayatın her alanında Allah’lı yaşar, Allah’lı düşünür, Allah’lı konuşur. Acının zirvesinde “Allah!” der. Allah davası uğrunda can vermek için saldırgan düşmanın üzerine yürüdüğünde “Allah!.. Allah!” der. Can havliyle gücünü toplaması gerektiğinde “Ya Allah!” der. Heyecanlandığında “Allahu ekber” der. Bir işe girişirken “Bismillah” der. Karar verdiğinde “Biiznillah” der. Hayran olduğunda “Maşallah” der. Üzüldüğünde “La havle vela kuvvete illa billah” der. Kızdığında “Fesübhanallah” der. Arzuladığında “İnşaallah” der. Özür dilediğinde “Estağfirullah” der. Her halde “Elhamdülillah” der. Yemin ederken “Vallah-billah” der.

İslam’ın inşa ettiği hayatın yapı taşları olan bu dil, İslami hayat tasavvurunun merkezinde Allah’ın yer aldığının en çarpıcı göstergesidir. Bu dil, aynı zamanda, şirkten uzak durmak için gösterilen hassasiyetin ifadesidir. Bu dili üreten akıl, Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olmadığını, işte bu şekilde ifade etmiştir.

Tüm şirk türleri özünde, insanın kendi kendisine yettiği düşüncesinden neşet eder. İnsanın kendi kendine yettiğini sanması, şeytani bir düşüncedir. Çünkü bu, vahim bir kendi kendini aldatma türüdür. Zira bilinen bir hakikattir ki, insan kendi kendisine yetmez. Hatta bu konuda diğer canlılardan daha zayıftır.

Bir insan yavrusu annesine, diğer memelilerden daha fazla muhtaçtır. İnsan kendi bedenine dahi söz geçiremez. Küçük evren insanın bedeninde, bilinçten bağımsız olarak birçok sistem tıkır tıkır işler. İnsan uyur, bu sistemler uyumaz. İnsan bayılır, bu sistemler yine çalışır.

İnsan bir aileye, bir sosyal çevreye ihtiyaç duyar. İhtiyaçlarını karşılamak için yere muhtaçtır, göğe muhtaçtır, ekmeğe muhtaçtır, suya muhtaçtır. Ezcümle insan, enfüs ve afakta kendi kendine yetmeyeceğinin sayısız örnekleriyle kuşatılmıştır. İnsan, daha yaratılmışlardan bile bağımsız yapamıyorsa, Yaratan’dan bağımsız nasıl yapacaktır? İnsan mahlûksuz bile yaşamını sürdüremiyorsa, Hâlıksız nasıl sürdürecektir? İşte bu yüzden şirk, insanın kendi kendisine yettiğini sanmasıdır.

Şirkin tevbesi, şirkten vazgeçmektir. Şirkten vazgeçen, tevhide yönelir. Şirkten vazgeçmek istiğfar, tevhide yönelmek tevbedir. Tevhide yönelmek, imana yönelmektir. İman ağacının kökü ise “marifettir”. İman edilecek husus hakkındaki tüm bilgiler, işte bu köke mütealliktir.

Sözün Özü

Tevhidin hakikati Hâlık’ın tekliği, mahlûkun çokluğudur. Hâlık’ın tekliğini inkâr şirk üretir. Şirkin zararı müşrikin kendisinedir. Şirkten Allah’ın hiçbir zararı olmaz. Fakat mahlûkun çokluğu hakikatini kabullenemeyen zulüm üretir. Bundan herkes çok zarar görür.

Tevhidin hakikatine eremeyen, mahlûkun çokluğunu zenginlik olarak görmek yerine düşman olarak görür. Böyle göremeyince onu teklemek ve birlemek ister. Yaratılmış olana dair her neyi teklemek ve birlemek istiyorsa, bunu yapmak için onun dışındakileri şeytanlaştırır. Onları yok etmeye soyunur. Bu Allah’ın kanunuyla savaşmaktır. Allah’ın kanunuyla savaşmak, özünde Allah ile savaşmaktır.

Tevhid, tekliği ve biricikliği Allah’a tahsis etmek, O’nun dışındaki her şeyden teklik ve biriciklik iddiasını nefyetmektir. Tevhidin sırrı budur. Zira kural bellidir: Allah her neyi emretti, kulun ondan çıkarı vardır. Peki, Allah’ın en büyük emri olan tevhidden kulun çıkarı nedir? Mahlûku ve mahlûka dair şeyleri teklemeye çalışan kulu, hayatı kendine de başkalarına da zindan etmekten kurtarmaktır.

Kur’an’da teke (vetr) ve çifte (şef’) yemin edilirken, teki temsil eden zeytine ve çok’u temsil eden incire yemin edilirken, Allah’ın tekliği hakikatinden bahsedilen her yerde söz bir biçimde mahlûkun çeşitliliğine getirilirken, amaç tevhidin bu sırrını ifşa etmektir. Bunu görmek için, sadece Ra’d ve Fâtır sûrelerini bu gözle okumak yeter de artar bile.

Ya Rab! Bizleri Tek’i tek bilerek tevhide erenlerden kıl!

Ya Rab! Bizleri Çok’u teklemeye kalkışan zalimlerden kılma!

 

Yorum Yaz