Türk’ün tarihle imtihanı

Tarih ilimlerin anasıymış. Kimin umurunda. Modern Türkiye’de tarih bırakın diğer ilimlerin anası olmayı, sıradan bir disiplin bile olamadı. O resmi ideolojinin elinde bir oyun hamuru oldu hep.

Eline alacak. İstediği gibi yoğuracak. Dilediği şekli verecek. Sonra da toplumun önüne çıkıp “İşte, gerçek bu!” diyecek. Gerçeğin peşindekiler de “İsabet buyurdunuz efendim! Zat-ı devletleri böyle dediyse böyledir. Devletimiz bizden iyi düşünür!” diyecekler. Yutup oturacaklar.

Oh! Ne âlâ memleket!

Arşivler ve tarihi vesikalar bu kafa için bizi gerçeğe, yalnızca gerçeğe ulaştıracak birer araç, imkan ve hazine değil. Sterilize edilmesi gereken şaibeli bir bölge. Resmi ideolojinin Şamanları tarafından okunup üflenmesi gereken bir kötülük kutusu. Açılınca ortaya nelerin saçılacağı belli olmaz. Kapalı kalması daima iyidir. Toplum olarak yalanla ve efsaneyle yaşamaya razıyız. Gerçeği bilip de ağrımaz başımıza çaput bağlamanın ne alemi var?

İşbu nedenle arşivler zinhar herkese açılamaz. Oraya efsunlanmış ve siniri alınmış yeminli yandaşlardan başkası sokulmaz. Yıllar yılı en önemli belgelerin bulunduğu arşivler ‘tasnif dışı’ ilan edilir.

Fi tarihinde, on yıllardır bağımsız ve yansız tarihçilerden köşe bucak kaçırılan İstiklal Mahkemeleri zabıtları, bir yeminli yandaşa açılarak güya kamuoyu bu konuda “tatmin” edilmişti. Bu sayede hem ilim adamı kisveli bir yandaş ödüllendirilmiş, hem de “Neden İstiklal Mahkemeleri zabıtlarını köşe bucak kaçırıyorsunuz?” diye soranlara sus payı verilmişti.

Bu ülkede Türk Tarih Kurumu tarih çok önemsendiği için kurulmadı. Yani, ilim aşkının eseri değildi. Öyle olsaydı aynı tarihte ve aynı ihtimamla bir Türk Fizik Kurumu, bir Türk Felsefe Kurumu, bir Türk Tıp Kurumu da kurulurdu. Ya niçin kuruldu? Tıpkı Türk Dil Kurumu’nda olduğu gibi tarih manipüle edilsin diye, steril hale getirilsin diye, dahası gerçeğinin yerine sanal ve mitolojik bir tarih tasavvuru oluştursun diye kuruldu.

Dolayısıyla tarih bizde bilimsel bir alan değil siyasal bir araçtır. Olana bakıp ibret alınacak bir alan değil, övgü ve sövgü için kullanılan bir araç. Fanatik futbol taraftarları gibi, hamasetle yaklaşırız biz tarihe. Gerçeğin canı cehenneme! Onun peşine düşen de kim? Gerçek olmasa da olur, yeter ki resmi ideoloji eksilmesin penceremizden.

Bu yapılanı meşru göstermek için bir de mazeret ileri sürülür: Her yeni rejim kendisini meşrulaştırmak için eskisini karalar. Modern Türkiye başlangıçta böyle yapmakta mazurdu.

Haydi, bu özrü kabahatinden büyük mazerete eyvallah diyelim. Fakat bu gerekçe arşiv katliamını mazur gösterir mi? Komşu ülkeye hurda kağıt niyetine katar katar gönderilen tarihi vesikaları bir an için göz ardı edelim. Ya her askeri darbenin ardından resmi arşivlerde yapılan ayıklama işlemine ne demeli?

Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları’nı yazmadan önce Kürtçüydü. Kürt Lügati ve Kürtçülüğün Esasları’nı yazmıştı. Gökalp’in elinden çıktığı orijinal şekliyle eser her nasılsa Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk sağlık bakanlarından Dr. Rıza Nur’un özel kitaplığına geçmiş. O da tüm kütüphanesini devlete bağışlamış. Bu kitap 1980 yılına kadar kütüphanedeki yerini korumuş. Fakat bir gün geliyor, o kitap Ankara’dan özel bir emirle isteniyor ve kitap kayıplara karışıyor. Ara ki bulasın. Bu çok özel elyazması tek nüshanın hangi gün Ankara’dan istendiğini öğrenmek isteyen, Kütüphane’nin resmi kayıtlarına baksın. Baksın da küçük dilini yutsun.

Şahbaba yazarı eserini kaleme alırken Devlet arşivlerine bir şeyler bulurum ümidiyle dalmış, ama el boş kalakalmış. Bu hayal kırıklığıyla şöyle diyor: “Milyonlarca evrakın yer aldığı Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bugün Sultan Vahdettin’le ilgili işe yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor… Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilinmezlik karşısında söylenecek birkaç kelime var: Ayıp, yazık ve günah.”

Alın size bir “ayıp, yazık ve günah” daha. Latife Hanım’ın evrak-ı metrukesi üzerine Atatürkçü köşe yazarları ayağa kalktılar. Biri “Devlet nerede?” diye kendi özel “devlet”ini yardıma çağırıyor. Kime karşı? Kime olacak, yine devletin bir kurumu, hem de sıradan değil ‘temel’ bir kurumu olan Türk Tarih Kurumu’na karşı.

Eğer “yayınlanmasın” diye vaveylayı basan bu malum takımın bir bildiği varsa, durum vahim demektir. “Demek ki ortada saklanacak bir ayıp var” demez mi kamuoyu? Derse makul bir cevap var mı? Hem eğer varsa böyle bir şey, bu “örtün üstünü” mantığıyla bastırılabilir mi? Bu her şeyden önce gerçeklerden kaçmak olmaz mı? Zaten onlarca yıl saklamışsınız. Daha ne kadar saklayacaksınız?

Yok, bu malum takım yayınlanacak evrakın içeriğini bilmediği halde böyle yapıyorsa, bu daha da vahim? Kamuoyu “Bizden daha neleri bu gerekçenin ardına sığınarak sakladınız?” diye düşünürse, haksız mı?

Bakın, daha Latife Hanım’ın evrakı yayınlanmadan onu karalamaya kalkıştı aynı takımdan bir gazeteci. Üstelik o da “hanım”. Freud bile, bu ruh halinin psikanalizini yapmakta zorlanırdı.

İşin aslına bakarsanız, daha evrakın içeriğini dahi bilmeden “yayınlanmasın” diyenler, 5816 kapsamına giren bir suç işlediklerinin farkında dahi değiller. Bu sadece “ön yargı” değil, taraftarlık kisvesi altında “olumsuz önyargı”nın daniskasıdır. Demek ki, Atatürk’e ‘Atatürkçülük’ kisvesi altında hakaret edince suç sayılmıyormuş.

Sözü, şu ölümsüz mısra ile bitirelim: “Kalmasın Allah’ım âlemde hiçbir hakikat nihân!”

 

Yorum Yaz