Üç karanfil

Rıdvan Canım Bey arayıp da “Hasan Ali Kasır anısına bir eser hazırlıyoruz” dediğinde, “Hay hay, ne düşüyorsa baş göz üstüne” demiştim.

Ama bu kadar kısa zamanda böylesine derli toplu bir çalışma beklemiyordum doğrusu.

Kapağında üç karanfil resmi bulunan Üç Karanfil adlı kitabı Hilal TV. Müdürümüz Adnan İnanç Bey elime tutuşturduğunda, içimde garip bir sızı hissettim. Yüreğimin Hasan Ali Kasır tarafı, her hatırlayışımda olduğu gibi, yine celi sülüs bir vav çekti; kıvrıldı, kıvrandı, yandı…

Üç Karanfil’den diğer ikisinin isimleri Hüseyin Alacatlı ve Nazir Akalın. İkisi de, şiir gibi bir ölümle bu dünya hayatından kopmuş iki şair. Onları tanımıyordum, bu kitapla tanımış oldum. Onlar da, tıpkı dostum Hasan Ali Bey gibi erken göçün salikleri. Erenlere erken ermek için, göçmen kuşlar katarına tez karışmışlar.

“Gök ekini biçmiş gibi” diyor ya Âşık Yunus, kelimenin tam anlamıyla işte öyle.

Bilen bilir, ölümü oldum olası severim. Hep, kadim bir dost gibi gelir bana. Ölümlere genel geçer tepkiler vermem. Belki de sebebi, annemi küçükken kaybetmiş olmamdır. Verenleri sıcak karşılamam. Anlarım, ama şık bulmam. Bilirim ki dünya hayatı, ölüm olmaksızın yalandır. Ancak ölümle gerçek, sahici olabilir. Ölümü yaratan Allah’a, bunun için şükretmemiz gerektiğini düşünürüm. Ölümün yaratılışının da, en az hayatın yaratılışı kadar anlamlı, hikmetli, değerli ve gerekli olduğuna inanırım. Dahası, Allah’ın sonsuz merhametinin bir tezahürü olarak görürüm ölümü.

Bütün bunlara rağmen, genç ölümü beni etkiler. Sanki cennetteki yaşlarını daha fazla aşmamak için ölmüşler gibi gelir, sanki kalanları kıskandırmak için gitmişler gibi?

Hasan Ali Kasır’ın hikâyesi, yanık bir hikâyedir. Yetim, kısmen öksüz ve oldukça yoksul geçen bir hayatın hâsılatıydı onun geldiği yer. Palu’dan çıkıp, dişleriyle tırnaklarıyla içine düştüğü kör kuyuyu kazıp kendine bir yol, bir ışık bulmanın hikâyesi. Anadolu’nun makûs talihini yeneceğinin, bir adamın şahsında tecessüm etmiş hikâyesi bu. “Azmin elinden kaçan kurtulmaz”ın, “himmetu’r-ricâl takla’u’l-cibâl”in, yani: “yiğitlerin gayreti dağları duman eder”in hikâyesi…

İlk karşılaşmamız, acının yuvasını göğsümün tam ortasına yaptığı İhtilal yılının ertesinde, bir kış günüydü. Sebeb-i vuslatımız, Sezai Karakoç’un Mona Roza’sı idi. Eş-dost bir araya gelmişiz, Mona Roza okumak geldi içimizden. “Tam metin kimde var?” sorusu cevabını bulmakta gecikmedi: “Hasan Ali Kasır’da.”

Ve 20 yıllık kesintisiz dostluk, böyle başladı. Neydi bizi böylesine “bir” kılan diye düşündüğümde, aklıma üç kelime geliyor: Bilinç, aşk, acı! En çok da acı! İkimiz de, bilincin aşkı ve acıyı kıvamında tuttuğunu hiç aklımızdan çıkarmadık. Bu bizi “saçma”nın şeytani tuzağına düşmekten koruyordu. Bu bizi “mahsus akıl”ın zehrinden uzak tutuyordu. Onun için “bir” olduk ama hiç birbirimizde fani olmadık. Hep arttık ve artırdık.

Geçmiş gün, iyi hatırlamıyorum, bir çardak altında, bir çay ocağının önünde, 5 dost buluştuk. Gündüz gözüyle eline lamba alıp Atina sokaklarını karışlayan, “Ne arıyorsun?” diyene, “Adam arıyorum” diyen Sokrat’ın sancısına yakalanmış beş adam. “Ben Atina atının sırtına konmuş bir at sineğiyim” diyecek kadar, gözünü karartmış beş adam. Kesinlikle çaylak, acemi, tecrübesiz? Ama hesabi değil, hasbi, samimi, yürekten?

“Yoksa yetiştirelim” dedi içimizden biri. Bir başkası, “yetiştirirken biz de yetişelim” dedi. Bir başkası “Bunun için hiçbir hazırlığımız yok” dedi. Bir diğeri, “Allah var, gerisi gam değil” dedi. En toyu elini cebine attı, bir ellilik çıkardı, “işte” dedi, “bu çardağın altında kurulan Çardak Altı Vakfı’nın (!) ilk sermayesi bu olsun!” Hepsi de ellerini ceplerine attılar. Biri hariç gerisi memurdu. Bazısından o kadar çıkışmadı, “Borcum olsun” dedi. “Eyvallah” dediler.

Ve bir kervan yola çıktı. Hasan Ali Kasır o kervanın “bey”i idi. Zaten konuşurken “Beyim” derdi, beyim, beyim, beyim! O ses hâlâ yankılanıyor. O bir arı beyiydi, çiçeği aşkın göbeğiydi. Sahici yaşadı, ölmeyi hak etti; tıpkı yaşamayı hak ettiği gibi.

Erzurum’da, Palandöken’de, Abdurrahman Gazi’nin kabrinin yanı başında, öldükten sonra yaşamanın sırrını konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı, ölüme geldi. Ölüm, önüme ve önüne geldi. Ölüm, dilime ve diline geldi. Gözüm gözüne, gözü gözüme geldi. Konuşmadan diyeceğimizi birbirimize dedik. Birer damla gözyaşıyla da imzaladık altını. İmzaların en şeffafı, en kalıcısı, en temizi, en değerlisi?

Tebrikler Rıdvan Canım ve arkadaşları.

Tebrikler Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi.

Tebrikler ehl-i vefa, tebrikler?

(Üç Karanfil: e. Mail: [email protected], isteme adresi: Ardahanlı iş merkezi, Kat 1, no 3 / Erzurum

 

Yorum Yaz