Üç Muhammed (a)

Bu, üzerinde aheste aheste yol aldığım bir kitap çalışmasının ismi.

Klasik musannifler tarafından bağımsız birer disiplin gibi değerlendirilen siyer, meğazi, şemail, hilye, mucizat, hasais gibi hepsi de Hz. Peygamber’in hayatını ya da bir boyutunu ele alan edebiyata, usul açısından eleştirel bir yaklaşımı önceliyor bu çalışma.

“Üç Muhammed de kim?” diye soracak olanlara sıralayalım:

  1. Olağanüstüleştirilip melekleştirilerek hayattan dışlanan Muhammed (a)
  2. Aşağılanarak, Allah’la insan arasında postacı seviyesinde -özürle- bir ‘ara kablosu’ gibi algılanan Muhammed (a).
  3. Bunların dışında ve karşısında yer alan Kur’an’ın tanıttığı ve kendisinde ahlaka dönüştüğü, sözcüğün en mükemmel çağrışımlarıyla ‘insan’ ve ‘elçi’ Muhammed (a).

Bu kategoriden ayrı olarak bir de İslami disiplinlerin Hz. Peygamber’i tek boyutlu algılayışları var:

  1. Muhaddislerin hiç susmamacasına hep konuşan, hayatı söz söylemekten müteşekkil olan peygamber anlayışı.
  2. Sufilerin, biraz münzevi, biraz seçkinci, bir parça sermest, ama hep ‘esrara’ gark olmuş ve illa ki ‘olağanüstü’ peygamber tasavvuru.
  3. Fakihlerin, sürekli kural koyan, en insani durumlardan dahi hukuki kurallar çıkaran, hayata salt hayatı kodlamak için gelmiş izlenimi veren ya da her haline “kodifikasyon malzemesi” olarak bakılan peygamber tasavvuru.

Ve bütün bu farklı yaklaşım ve tasavvurlar arasında kaynayıp giden “örneklik misyonu.”

Hem nasıl örnek alınsın ki?

Ama Kur’an onu ahlaki davranış alanında örnek göstermedi mi, diyeceksiniz.

Kesinlikle haklısınız. Zaten örnek olarak sunmak, örnek objesinin “üretilebilmesiyle” mümkündür. Kur’an örnek alınması mümkün olmayan birini örnek göstermez. Eğer örnek göstermişse bu, “örnek gösterilenin”, örneklik alanlarında insanlar tarafından yeniden üretilebileceği, her zamana ve zemine taşınabileceği anlamına gelir.

İnsanlar sesi herkesten gür çıkan, boyu herkesten uzun görünen, teni misk ü amber kokan, küçük abdesti şifa olan, büyük abdesti tahir olan, erkekliği kırk erkek gücüne denk olan bir peygamberi örnek alamazlar. Böyle bir peygamber tasavvurunun amacı insanlara “örnek göstermek” değildir; sadece ıslık çaldırmak ve Peygamber’i insan elinin ulaşamayacağı bir yüksekliğe (!) sürgün etmektir.

Böyle bir tasavvurun sahibi, “hayran” olur ama “örnek almaz”; belki “kurban olur” ama onu “hayata taşıyamaz.” Zaten böyle bir peygamber tasavvuru ancak uğruna ölmeye yarar, onu ölü çağlara hayat veren bir âbıhayat gibi taşımaya, yaşamaya, yaşatmaya değil.

Aşağılayan ve onu paranteze alma cüreti gösteren karşı sapma, yukarıdaki ifrat davranışa bir tepki olarak palazlanmıştır. Bu sapma, peygambersiz bir vahyin olamayacağı yasasını yok sayarcasına, dinin kitabi kaynağına tutunma adı altında dinin hayati kaynağını görmezden gelmeyi teklif etmektedir. Haricilerle başlayıp Hind-İslam Modernizmi’yle sistemli bir söyleme kavuşan ve bugünlere gelen “Kur’ancılık” akımı, işte bu yanlışın farklı nedenler ve ortamlarda ortaya çıkan savunucularıdır.

Aslında bu iki dengesizlik, sonuçları açısından aynı gözede buluşmaktadırlar: Peygamber’i hayattan dışlamak. Amiyane tabirle bu sonuca ‘topu taca atmak’ da diyebiliriz. Ne var ki, peygamberi hayattan dışlama işini biri ‘yüceltme’ tavrı altında icra ederken diğeri ‘indirme ve indirgeme’ tavrı altında yapmaktadır. Neticede iki tavır da aynı kapıya çıkmaktadır.

Oysaki Kur’an, Hz. Peygamber’in “örnek insanlığına” vurgu yaparak bu tavırların ikisine de daha baştan set çekmiştir. Bu mesajı Hz. Peygamber de içselleştirerek şu ölümsüz uyarıyı yapmıştır: “Meryem Oğlu’nu olağanüstüleştirdikleri gibi beni de olağanüstüleştirmeyin. Ben yalnızca bir kulum. Deyin ki: O Allah’ın kulu ve elçisidir.”

Bu uyarı, Hz. Peygamber’in ümmetine “Hıristiyanlaşmayın, Yahudileşmeyin!” uyarısıdır.

Çünkü Hıristiyanlar peygamberlerini yüceltme adına tanrılaştırdılar ve sevgiyi cinayete dönüştürdüler: Allah’ın kulu ve güzel peygamberi İsa, asıl tanrılaşınca öldü. Onu öldürenler onu tanrılaştıranların ta kendileridir. Çünkü insan putlaştırılınca örnek olarak hayatın içinde yaşama imkanını yitirir. Yahudiler ise tam tersi bir tavırla kendi peygamberlerini aşağıladılar, taşladılar, öldürdüler. Birincilerin yaptığıyla ikincilerin yaptığı aynı kapıya çıktı.

Şair ne güzel söylemiş:

Muhammedun beşerun la ke’l-beşer

Bel huve ke’l-yakûti beyne’l-hacer

Muhammed bir insandır, sıradan bir insan değildir ama

Taşlar arasında mücevher neyse, odur onun konumu da

Muhammed, muhabbetin müebbet timsalidir. Ona ümmet olma onuru, tüm diğer beşeri mensubiyetlerin vereceği onurdan kat kat üstündür. Fakat bu onuru taşıyanlar, onu kutsayıp göklere çıkararak ya da yoksayıp yerin altına kapatarak hayattan dışlayanlar değil, onun ışığını izleyerek hayatı yolculuk, dünyayı yol, insanı yolcu, imanı yol azığı bilip gösterdiği istikamette yola revan olanlardır.

( 16 Haziran 2000 )”Kanaatimce, çekmekte olduğumuz sıkıntı metotla ilgili bir problem değildir. Zira yöntemimiz de vardır, bilgi kaynağımız da. Bunlar korunmuştur ve tarihsel olarak sınanmıştır. Bence sorun doğru anlayış yönteminden ve bizi Kur’an’ı anlamaya götürecek araçlardan yoksun olmamızdan kaynaklanmaktadır.”

Şu sözleri de, en az bunlar kadar doğru ve yerinde tespitler:

“Semantik açıdan okuma ve anlamayla, işitme ve idrak etme arasında hiçbir fark göremiyorum. Nasıl oldu da İslâm ümmeti Kur’an’ı okumayla anlamayı birbirinden ayırdı? Bunu bir türlü anlayamıyorum.”

Evet, Kur’anî anlamda “Oku!” emri, aynı zamanda “anla, kavra ve anlat” demektir. Birine “Oku!” dedikten sonra ayrıca bir de “Anla!” demeye gerek var mı? Ağzını açan anlaşılmayı istemez mi?

Yitik medeniyetin biz öksüz çocukları, medeniyetimizden önce “anlamı” yitirdik. “Anlam” sözcüğünü kasten kullandım; çünkü yitirilen, bilgi objesinin anlattığı “mânâ” değildi, bilgi süjesinin anladığı “mefhum” idi, anlamı “mefhum”un karşılığı olarak kullandım.

Yanlış anlayan, bilgi objesinin kastettiği manaya hiçbir zarar veremez. O mana olduğu yerde durmaktadır; çünkü eşyanın manası eşyanın hakikatiyle ilgilidir, onun yansımasıdır. Eşyanın hakikati ise yaratılış amacına merbuttur. Eşyayı yerinden eden, eşyanın hakikatini değiştirmiş olmaz, sadece zulmetmiş ve tahrife yeltenmiş olur. Bu da tahrif edilene değil, tahrif edene zarar verir.

Daha önce bu sütunda “Lafız, mânâ, maksat” başlıklı bir makale kaleme almıştık. Orada demiştik ki: “Lafız ve mânâ eksenli klasik anlama metotlarını ve bu metotlarla elde edilmiş sonuçları makasıdu’l-Kur’an süzgecinden geçirerek sağlamasını yapmak gerekir.”

Bu yazı yayınlandıktan sonra, bazı dostlar ve öğrenciler şu soruyu sordular: “Bu teklif lafza kuşku ile bakıldığının bir göstergesi değil midir?” Evet, doğru. Eğer bilgi objeniz vahiy gibi hayati ve aşkın bir bilgi kaynağıysa, tek başına lafza güvenmek tek şahitle yetinmek kadar risklidir.

Bu riski, Arap dilini ilk derleyen ve onu tabii bir olgu olmaktan çıkarıp üzerinde çalışılabilir bir ilim nesnesi haline getiren Halil b. Ahmed hakkında Cabiri’nin şu tespitleri daha bir anlaşılır kılmaktadır:

“Halil b. Ahmed, zihinsel mümkünlükten hareket etmiş, alfabedeki harfler arasında salt matematiksel bir ilişki kurmuş ve terkip edilebilir lafızları belli bir sayıyla sınırlamıştır. Bu ilke, tabii olarak dili, yaşayan vakıayla alışveriş neticesinde doğan bir birikim değil zihnin ürettiği bir olgu haline getirmiştir.”

Asıl problem bundan sonra başlamıştır. Çünkü Halil b. Ahmed’in koyduğu temeller üzerinde dili derlemeye başlayan dilcilerin ravilerde aradıkları en önemli şart, kendisinden dik/kelime alınacak kimsenin “derice sert (bedevi), dilce fasih” olması şartıdır. Bu şart, miladi 8. Yüzyıl bedevilerini, alimlerin hocası haline getirmiştir. Yine Cabiri’yi konuşturalım:

“Böylelikle bedevi, alimlerin boyun eğdikleri ve iradesinin gereğini yaptıkları bir kanun haline geldi. Bedevi bu mübarek bedeviliği sayesinde, cahil bir Arap’tan alimlerin hocası, ihtilaf ve tartışmalarda görüşüne baş vurulan merci haline geldi… Tarihte anlatılanlara göre konuşmayı profesyonel mesleği haline getiren bazı bedeviler sahip oldukları malı pazarlamaya başladılar. Hatta bazıları Basra, Kufe gibi şehirlere yerleşerek oralarda laf satıcılığına giriştiler… Sonuç olarak sözlüklerin ve nahivcilerin ortaya koydukları Arapça, Kur’an dilinden daha dar kapsamlı, daha az esnek, dolayısıyla uygarlık bakımından ondan daha gerideydi. Kur’an ise daima daha geniş ve daha verimliydi… Bu durum tabii ki bizzat Arapların Kur’an’ı anlama gayretlerine yansıyacaktı. Nitekim Kur’an’da yer alan bir çok kelimenin anlamını bedevilerden derlenen dilde bulma imkanı olmadığı için bunlar sürekli ihtilaf konusu olmaya devam etmiştir.”

İşte tam da bu yüzden, Kur’an’ın anlaşılması söz konusu olduğunda, ‘lafız’ ve ondan elde edilen ‘mânâ’nın yanına/karşısına ‘maksat’tan bir hakem koymanın şart olduğunda ısrarlıyız. Bu, sadece Kur’an’ın anlaşılması için değil, anlam krizine tutulmuş İslam ümmetinin bu krizi aşabilmesi için de lazım şarttır.

Bu ümmet, insanın ve varlığın anlamına giden yolun adresini elinde tutma ayrıcalığını hâlâ muhafaza etmektedir. Fakat bu ayrıcalığının farkında değildir. Altında gömülü defineden habersiz, açlıktan ölen bir nasipsizin rolünü oynamaktayız hepimiz.

Bir “küreselleşme” edebiyatıdır aldı başını gidiyor. Batı modernizmi öncülüğünde gelişen küreselleşme sürecinde, hiçbir kalıcı insani değerin küreselleştiğini söylemek mümkün değildir: Özgürlük, adalet, mutluluk, refah, erdem, ahlak… Hangisi küreselleşmeden nasibini almıştır bunların? Hiç biri. Aksine küreselleşme bu değerleri daha da geriletmiştir, denilebilir. Bunun anlamı, Batı öncülüğünde sürdürülen küreselleşmenin hedeflerinin insanın anlam arayışıyla taban tabana zıt olmasıdır. Bu şu anlama gelir: Batı küreselleşme hedefine yaklaştıkça insan anlamından uzaklaşacak. İnsanın anlamdan uzaklaşması Allah’tan uzaklaşmasıyla eş anlamlıdır: Çünkü anlamsızlık en dehşet Allahsızlık’tır ve illa ki “Allah” demek “anlam” demektir.

Müslümanlar olarak, ya “tarifesi bendedir” züğürt tesellisiyle avunmayı bırakıp o tarifeyi hayata, hayatın anlamına dönüştürerek insana ve insanlığa kaybolan anlamının doğru adresini gösteririz, ya da “Onlar Allah’ı unuttular Allah da onları unuttu” ilahi azarının muhatabı olarak nisyana terkediliriz.

İşte bu yüzden, -eğer olacaksa- Müslüman yüzyılının megatrendi ‘insanın anlam arayışı’ olacaktır.

( 9 Haziran 2000 )

 

Yorum Yaz