Üç Üstad (1)

Ah, ne kadar zor mutedil olmak! “Denge”, altın kural. Hatta ilahî bir lütuf.

Alemlere nur olan Kur’an, bunun için ümmet-i Muhammed’i “vasat ümmet” olarak niteler. Alemlere rahmet olan Nebi, bunun için “Aşırı gidenler helak oldu” der.

En yaygın dengesizlik, öncü insanlar konusunda yaşanan dengesizliktir. Genellikle sevenleri ifrata, sevmeyenleri tefrite sapar. Öncüler konusundaki dengesizliğin sebeplerinden birincisi, seçip ayıran “mümeyyiz akla” sahip olamamaktır. Mümeyyiz akla sahip olamayanlar “müşevveş akla” sahiptirler. Kafaları hakikat konusunda karışık, karmaşıktır. Hadler ve hudutlar birbirine karışmıştır. Ölçme ve değerlendirme konusunda ellerinde doğru bir “mizan” yerine, “nalıncı keserleri” vardır. Sevdiklerini ölçüsüz ve mizansız severler. Sevmediklerine ölçüsüz ve mizansız yaklaşırlar.

Dengesizler, elmayı seven cinsindense, yandınız. Size sadece elmayı sevdirmeye çalışmazlar, kurdunu da sevmeniz için bin dereden su getirirler. “Yahu, elmayı seviyorum diye, kurdunu da sevmek zorunda mıyım?” itirazınız işe yaramaz. Başlarlar elma kurdunun kerametlerinden dem vurmaya. Eğer elmayı sevmeyen cinsindense, yine yandınız. Bir kasada bir tane kurtlu elma gördüklerinde, koca kasayı çöpe boşaltmanız için başınızın etini yerler. “Bari kurtlu olanı at, diğerlerinin suçu ne?” uyarınız kâr etmez.

Bu iki tavrın da yanlış olduğunu, birinin ifrat, öbürünün tefrit olduğunu, bu ikisinin birbirini beslediğini anlatamazsınız. Mesela, çağırıp deseniz ki; “Sen bir bebeği altı pis diye, kirli beziyle çöpe atan bir anne görsen, ne yaparsın?” Veya: “Sen bebeğini bağrına bastığın gibi, çişli bezini de bağrına basar mısın?” Cevap bellidir. Dönüp desen ki: “İşte senin yaptığın da budur”, yine de anlamaz.

Ya da desen ki: “Sen karpuzu kabuğuyla mı yersin?” Veya: “Kabuğu var diye, karpuzu da çöpe mi atarsın?” Yahut da: “Sen pirinç çuvalının içinde birkaç taş görünce çuvalı çöpe mi boşaltırsın?” Veya: “Pirincin içinden çıkan taştan bir şey lazım gelmez deyip onları da pişirip yemeye mi kalkarsın?” Cevap bellidir. “Yaptığın budur” deseniz, yine de anlamaz.

Allah Rasulü sevmeyenlerinin şerrine karşı hassas olduğu kadar, sevenlerinin sevgiyi zehirlemelerine karşı da hassas olmuştur. Beklentisi nedir bilinmez, adamın biri, kavmin önderine yaklaşırken ona methiye dizme adetini, Rasulullah’a karşı da sürdürmek niyetindedir. Daha uzaktan, Rasulullah’ı “Ya hayra’l-beriyye!” (Ey yaratıkların en hayırlısı!) diye selamlar. Övgülerinin arkasını getirecektir ki, duruma Allah Rasulü el koyarak onu susturur: “O senin dediğin İbrahim idi”. Yine, “Beni Meryem oğlunu uçurdukları gibi uçurmayın. Ben yalnızca bir kulum. Benim için ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ deyin!” uyarısında bulunurken de, benzer bir titizliği sergiler.

Bir insanı sevmeyenlerinin şerrinden korumak, sevenlerinin şerrinden korumaktan daha kolaydır. Sevmediğini bilir, dolayısıyla söylediğine değer vermezsin. Fakat ya seviyorsa, sevdiğini iddia ediyorsa, onun şerrinden sevileni nasıl koruyacaksınız? İşte zor olan bu.

Zehirli sevgi sevilene bir zarar vermez, seveni mahveder. Örnek mi istiyorsunuz? İşte Hıristiyanların Hz. İsa’ya sevgisi. Bu sevgi, zehirlidir. Bir peygamberi ilahlaştıran sevgi nasıl masum olur? Buna, “peygamberi peygambere rağmen sevmek” dense yeridir. Bir başka örnek de Hz. Ali’yi ilahlaştıran Şiiliğin aşırı unsurlarıdır.

Ölümünün 46. yıldönümünde merhum Üstad Said Nursi’yi nasıl ele almalı, nasıl anlamalı, nasıl anlatmalı?

Böylesine kafaların karışık, sınırların belirsiz, zihinlerin bulanık, ortamın puslu olduğu bir zamanda, bu suallere cevap vermek kolay değil. Bazen bilseniz de dile getiremezsiniz. “Galat-ı meşhur” sadece kelimelerde olmaz, kişilerin bilinmesinde de olur. İşte bu, durumların en kötüsüdür.

Eğer fırsat bulsaydım, arzu etseydim “Üç Üstad” diye bir eser kaleme alırdım. Fakat bunu yapmaya ne zamanım var, ne de gönlüm. Ama Üstad’ın şakirtlerinin ona böyle bir borcu bulunuyor. Bu borcu ödeyen biri çıkacak mı, göreceğiz. Üstad’ın kabrinin “ğayb”a karışmasını, onun samimiyetine Allah’ın verdiği bir ödül olarak görmek gerek. Şu zehirli ortama bakıldığında, aksi bir halde ne vahim şeyler yaşanacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Hz. İsa, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kabirlerinin kayba karışması da, aynı sebep muvacehesinde değerlendirilebilir.

Nedir o “üç Üstad”?

Birincisi, sevmeyenlerin tasavvurundaki, insafsız eleştirilere, haksız ithamlara, dalalet ve tekfire kadar varan suçlamalara maruz bırakılan Said Nursi.

İkincisi, gözü kapalı hayranlarının tasavvurundaki, zehirli sevgiye, “şeyh uçmaz mürit uçurur” tarzı ilgiye, aşırı yüceltmeye, efsaneleştirmeye maruz bırakılan Said Nursi.

Üçüncüsü, imanı uğruna bedel ödemiş, “adam kıtlığı”nda adam doğurmuş, hiç yatmadığı için bazen yanılmış, çok iş yaptığı için her insan gibi hata da yapmış, ama yaptığı hatalar ortaya koyduğu mübarek mücadele karşısında Ağrı dağı yanında çakıl taşı kadar bile etmeyen Said Nursi.

Yorum Yaz