Üç Üstad (2)

Birincisi sevmeyenlerinin, ikincisi müfrit sevenlerinin tasavvurundaki Said Nursi idi.

Üçüncüsünü ise, “eski” ve “yeni”siyle hayatını imanına şahit kılan Said Nursi oluşturuyordu.

Söz sevmek veya sevmemekten açılınca, söz bitiyor. Çünkü “sevgi” sorgulanamıyor. Ancak, sevmenin veya sevmemenin gerekçeleri sorgulanabiliyor. Bazen sevgimizde ölçüyü kaçırıyor, bazen de sevgisizliğimizde ölçüyü kaçırıyoruz.

Yüzyılımıza damgasını vurmuş isimlerden Ayetullah Humeyni’ye, yakınları, bir muhalifini şikâyet etmişler. “Efendim, o devrimimiz hakkında ileri geri konuşuyor, insanları kışkırtıyor” vs. demişler. Humeyni, “olabilir” demiş, “Muhalefet etmek herkesin hakkıdır”. Bu kez en yakınlarından biri, “Ama o sizi sevmiyor” demiş. Ayetullah’ın verdiği cevap herkesin kulağına küpe olası cinsten:

“İmanın şartları arasında, beni herkes sevecek diye bir madde yok.”

Doğrudur da, sevmenin bir ölçüsü ve âdâbı olduğu gibi, sevmemenin de bir ölçüsü ve âdâbı vardır. Mesela birini sevmiyorsunuz diye onun hakkına tecavüz edemezsiniz. Onun izzet ve şerefiyle oynayamazsınız. Onun hakkında yalan, iftira, karalama, tahkir ve tezyife başvuramazsınız. Onu küçük düşüremezsiniz.

İmanın şartları arasında Merhum Üstadı sevme şartı yoktur elbette. Fakat Üstad da dahil, her müminin imanını sevmek müminliğin şanındandır. Efendimiz demiyor mu ki “Birbirinizi sevmedikçe kamil mümin olamazsınız, tam iman etmedikçe cenneti bulamazsınız” diye?

Sevmeyenler, Said Nursi’nin eserlerinin kaynağını açıklarken kullandığı şu gibi cümlelere takılırlar: “Nur risaleleri, ne şarkın malumatından ve ilimlerinden, ne de garbın felsefe ve bilimlerinden alınmamıştır. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” Buna “yazdırıldı”, “söyletildi”, “…içinde izaha muhtaç yerler olmakla birlikte bir bütün halinde kusursuz ve noksansızdır”, “Kitab-ı Mübin’deki ayetlerin ayetleridir” gibi kapalı ve açık ibareler de eklenebilir.

Bu tür sözler, aslında yoruma açık sözlerdir. Bazı cümlelerin maksadını aştığı kabul edilse dahi, hüsn-i zan ile yaklaşan kimse bu sözleri, yine Üstadın şu tür sözleri ışığında anlamalıdır: “Sözlerdeki hakaik ve kemalat, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir.” Şahsen ben böyle anlamayı tercih ederim. Ömrünü küfür ve ilhad ile mücadeleye adamış bir âlim ve âbidden esirgenen bir hüsnü zan, kimin işine yarar ki?

Onun “Âyetu’l-Kubrâ” risalesinin adını Hz. Ali’nin koyduğunu söylemesi, Mehdi’nin geliş tarihini Tevbe 32’den yola çıkarak cifr yöntemiyle hesaplaması (I. Şua) vb. gibi cifr (veya “ebced”) yoluyla yaptığı yorumları değerlendirme de böyledir. Bu gibi şeyler tekfir ve tadlile mesnet olamazlar. Üstad kendisinin hatasız ve masum olduğunu söylemez ki. Bizzat kendisi risalelerin birçok yerinde hatalarını ve kusurlarını itiraf eder. Okurlarından, risalelerdeki güzelliği Kur’an’a, kusurları kendisine vermelerini ister.

Esasen, onu sevmeyen muhalif ve muarızlarının söylemlerini keskinleştiren unsurlardan biri de, kendisini Üstada nispet eden müfrit taraftarların aşırı tavırlarıdır. Bazıları yine cifr yöntemiyle kalkıp onun adını 800 yıl önce vefat etmiş olan Şeyh Abdülkadir Geylani’nin şiirlerinde bulur. Edip Yüksel’in M. Kemal Paşa’nın hayatında bulduğu 19 Mucizesi ne kadar ciddi ise, bu da o kadar ciddi olabilir. O Mehdi’nin kendisinden sonra geleceğini söylemesine rağmen, kendisini ona nispet edenler içinde Üstadı bire bir Mehdi-i Muntazar olarak gören guruplar vardır. Onun hayatına değil, kitaplarına talip olan çoktur. Onun eserleri, kimi zaman, bereketli hayatını saklamak için bir perde gibi kullanılabilmektedir.

Özetle, onun müfrit taraftarları tarafından ortaya konulan bu gibi aşırı örneklerin ona mal edilmesi, insaf ve vicdanla ne kadar bağdaşır?

Her büyüğün ardından, onu uçuran, mitleştiren, efsaneleştiren, hatta onun sırtından geçinen, onun mirasına konup onu tüketen, onu üreten bir balarısı olmak yerine onu tüketen bir sinek olmayı içine sindirenler çıkar. Bu her meşrepte, mektepte, çizgide bulunur. Ancak, bir değeri istismar edenlere bakarak o değeri gözden düşürmeye kalkmak, yalancı peygamberleri gerekçe göstererek Peygamberlik kurumu hakkında kıymet biçmeye kalkmak gibidir.

Üstadın samimiyetini Allah ödüllendirmiştir. Ardında bıraktığı mücadele ve müktesebat, bunun en büyük şahididir. Onun yaktığı meşale, elden ele, dilden dile, yürekten yüreğe geçerek ufukları tutmuştur.

O Meşrutiyet ilanında Selanik’te “ahrar” adına nutuk atarken de samimiydi, Volkan sayfalarında İttihatçı çetelere ateş püskürürken de? O, “şeriat isterük!” diye ortalığı birbirine katan Avcı Taburları’na nasihat ederken de samimiydi, Divan-ı Harb-i Örfi’de idamla yargılanırken de. Savaş yıllarında, siyaset kazanının kaynadığı Ankara’da; “Paşa, Paşa! Namaz kılmayan merduttur!” diye celallenirken de samimiydi, Van’daki mağarada uzlete çekilirken de. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” derken de samimiydi, Menderes’i desteklerken de? Kendini davasına adamış erlerin hayatı, savaş meydanına benzer. Barışta yapılınca cinayet olan, savaş meydanında kahramanlık olur. Tıpkı, onun İslâm Birliği meselesinde selefleri arasında saydığı Cemaleddin Afgani gibi, muhalefet ettiği Musa Carullah gibi, Mehmed Akif gibi. Bu yiğit insanlar “tutarlı” olma kaygısıyla değil, “yangından can kurtarma” kaygısıyla hareket etmişlerdir. Ruhu şad, mekanı cennet, taksiratı af olsun.

Yorum Yaz