Uhud’un yıl dönümünde akla düşenler

Dün, Uhud gazvesinin yıl dönümüydü. Hicri yılla bundan tam 1422 yıl önce vuku bulmuştu.

Türkiye’de resmi takvim ilan edilen Papa Gregorius’un takvimiyle konuşursak, 625 yılının 18 Nisan günü yapılmıştı Uhud Savaşı.

Bedir zaferinin karşı kutbuydu sanki Uhud. Bir düşman okyanusunun çepeçevre kuşattığı bir iman adasıydı İslâm cemaati. Okyanus her yandan azgın dalgalarıyla bu adayı dövüyordu. Yeryüzünden silmeye yemin etmiş gibiydi. İnsanlığın tanıdığı en büyük iman hamlesini başlatan bir avuç Allah sadakası insan, küçücük elleri ve kocaman yürekleriyle bu adayı düşman okyanusuna karşı ölümüne savunuyorlardı.

Ama yetmezdi. Yüreklerin, imanların daha da büyümesi gerekliydi. Bunun için de sınanmak, ağır acılarda sınanmak gerekliydi.

Bedir’de savaş kazanılmıştı. Kazanılmıştı kazanılmasına da, hayat yolu dikensiz değildi ki. Bu yolun düzü olduğu gibi yokuşu da vardı. Bu yokuş, “zor yokuş”, yani “akabe”ydi. Hem hangi yol sürgit düzdü ki? Hangi yol yokuşsuz, hangi gül dikensiz, hangi güzel bedelsiz, hangi iman sınavsızdı ki?

Kazananlar bir de kaybetmekle sınanmalıydı. Bakalım kaybedince nasıl tepki vereceklerdi? Kaybetmenin faturasını Allah’a mı çıkaracaklar, yoksa benliklerine mi? “Bu başımıza nereden geldi?” diye sorup samimiyetle cevabını arayanlarla, “ben sıkıntıya gelemem” diyenler ayrılmalıydı.

Uhud bir Hak eleğiydi. Bu elekte insan eleniyordu, iman eleniyordu. Pazarlıksız imanlarla pazarlıklı imanlar seçip ayrılıyordu. Hakka inananlarla güce inananlar ayrılıyordu:

“Eğer size bir zarar dokunduysa, gerçek şu ki, benzer bir zarar (karşıdaki) insanlara da dokundu. Zira, bu dönemleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ki, Allah iman eden kimseleri seçip ayırsın ve sizden hakikate şahit olanları tespit etsin: Çünkü Allah zalimleri sevmez.” (Ali İmran, 140)

Öyle ya! Komutanı Peygamber, neferi sahabe olan bir ordu yenilir miydi? Allah müminleri desteklemiyor muydu? Destekliyor idiyse, bu yenilgi de neyin nesiydi?

Bazıları için bu kabul edilemezdi. Onlar hayatın yasasını okuyamadıkları için ne Allah’ı anlayabildiler, ne Peygamber’i anlayabildiler, ne de Uhud’u.

Bir kısmı, daha işin başında çark etmişti. Bunlar içerisinde Uhud’a sahabe olarak gelip, oradan münafık olarak dönenler de vardı.

Uhud’a Muhayrık gibi Ehl-i Kitab olarak gelip “şehid” olarak Rabbine yürüyenler de vardı. Abdullah b. Ubey gibi bahane üstüne bahane uyduranların yanında, Sa’d b. Rebi gibi “ben cennetin kokusunu alıyorum; selamımı ve akıbetimi Rasulullah’a iletin!” diyerek hayatını imanına şahit kılanlar da vardı.

Ne dersiniz, sizce Uhud “kaybedilmiş” midir? O zaman kazanmaya yüklediğiniz anlam nedir? Kazanmak yalnızca fiziki ve somut getiri midir?

Bu anlamda nice görüntüde kazanılmış gibi duran zaferlerin üstünü kazıdığınızda altından aslında kaybedilmiş olduğunun örnekleri az mıdır? Tersi de öyle. Görünürde kaybedilmiş gibi duran mücadelelere farklı bir açıdan yaklaşıldığında aslında hiç de öyle olmadığının örneklerine ne dersiniz?

Firarileri geçin bir yol.

Bedir ve Uhud. Hayatın iki ucu… Hayatlar Bedir ile Uhud arasında gidip gelen bir sarkaç. Kazanınca şımarmayan, kaybedince umutsuzluğa kapılmayan hayatın sırrını keşfetmiş demektir. Hayatlarının Uhud’uyla karşılaşıp da “bu başımıza nereden geldi?” diye soranlar olursa, cevabı hazır: “Sizin kendi yüzünüzden” (Ali İmran, 165).

Yorum Yaz