Ümmileşmenin imkanları üzerine (1)

Laf kalabalıklarını ve entel tafralarını bir kenara bırakalım da, biz asıl şu can yakıcı soruya/soruna cevap/çözüm arayalım:

Kim olursa olsun, modern dünyanın şekillendirdiği bir tasavvurun sahibinden, İslam adına sahih ve kalıcı bir şeyler sadır olabilir mi?

Fakirin inancı, olamayacağı yönündedir. Hiçbir şey sadır olamaz değil. Elbette bir şeyler sadır olur, ama İslam adına sahih ve kalıcı bir şeyler sadır olamaz. Bunu uzun uzadıya izaha gerek yok. Geçen yüzyıldan bugüne İslam adına üretilen şeylerden neyin kalıp neyin zail olduğunu hepimiz görüyoruz. Dahası, sadır oldukları dönemde üzerine “İslam adına” etiketi yapıştırılan işlerin kimler ve ne uğruna kullanıldığını da görüyoruz.

Peki, bir tasavvurdan İslam adına sahih ve kalıcı şeyler sadır olmasının olmazsa olmazı nedir?

Elbette vahiydir. Vahiysiz bir aydınlanmanın mümkün olup olmadığı bir yana, mümkün olsa bile, bunun İslami olma vasfını elde edip edemeyeceği tartışılmalı. Bu yüzden Kur’an, vahyin amacını “insanı karanlıklardan aydınlığa çıkarma” olarak ortaya koyar (14,1).

Kur’an’da sık geçen karanlık ve aydınlık metaforu, eylemle ilgili olmaktan daha çok, o eylemi üreten aklın, dahası o aklı üreten tasavvurun niteliğine işaret eder.

Vahyin değil de modern çağın inşa ettiği bir tasavvurun karanlık olup olmadığı değil, karanlıklardan hangisini, hangi düzey ve düzlemde temsil ettiği tartışılmalıdır.

Zifiri karanlıktan alaca karanlığa kadar, bir dolu karanlık çeşidinden söz eder vahiy. Bir örnek olsun diye veriyorum: “Kim O rahmet kaynağının vahyine (zikr) tavuk karası bir gözle (ya’şu) bakarsa, ona şeytansı bir (benlik) musallat ederiz de, artık o onun uydusu haline gelir.” (43.36)

Tavuk karası bir gözle bakmak, yani yarı karanlık bir tasavvur. Alaca karanlığın ya da tavuk karası bir bakışın, aydınlığın değil de karanlığın türleri arasında sayılması oldukça manidar.

İster yandaş ister karşıt olalım, ister yüzleşmeci ister meydan okumacı bir söylemi benimseyelim, modern çağın müzahrefatı “exe” olarak içine işlemişse, ekrandaki ikonunu silip yerine “İslami” ikon koymakla hiçbir şey halledilmez. Peki, modern çağın tasavvuru karartan müzahrefatından nasıl kurtulunur?

Fakir bu soruya, “ümmileşmek” dışında daha tutarlı bir cevap bulamamaktadır.

Ümmileşmek de ne demek? Hem bu mümkün mü? Evetse, nasıl?

Bu soruların cevaplarına geçmeden, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilen vahyin, bu işi nasıl gerçekleştirdiğine bakmakta yarar var.

Vahyin iddiasını ispat ettiği ilk muhatap Resulullah’tır. Resulullah’ın şahsında gerçekleşen ilahi inşa, nasıl bir zeminde gerçekleşmiştir? Bu sorunun cevabını ararken, vahyin, ilk muhatabının tasavvurunu inşa etmenin yanında, onu tanıttığına da şahit oluyoruz.

Vahiy güzel örneğimizi tanıtırken, bir hususa dikkat çeker: “en-nebi el-ümmi”. Kur’an’da bu vasıf, Hz. Peygamber’e nispetle peşi peşine iki kez geçer (7.157-158).

Ümm kökü nispet ya’sı ile birlikte (ümmî) “anaya mensup olan, anadan doğduğu gibi kalan” anlamına gelir. Ümmî nitelemesi, insan tasavvuruna göre müspet ya da menfi bir anlam kazanır. İnsanın günahkar doğduğunu varsayan bir tasavvura göre “ümmi” olmanın anlamı menfidir. İnsanın fıtrat üzere doğduğunu söyleyen İslam’ın insan tasavvuruna göre müspettir.

Hz. Peygamberin ümmiliği, iki anlama gelebilir:

1. Ehl-i kitaba mensup olmamak.

2. Okur-yazar olmamak.

Fakat Bakara 78-79’da tanımlanan bir ümmilik var ki, “en-nebi el-ümmi” tamlamasını yukarıdaki anlamlarla sınırlamayı tamamen boşa çıkarmaktadır. Bu ayetlerde kitap ehli arasında “elleriyle yazan” birilerinden söz edilmektedir. Onlar kitaptan uzak durup elleriyle yazdıklarına itibar ettikleri için kınanmaktadırlar. Fakat işin ilginci, Hz. Peygamber’in ümmiliğine vurgu yapan ayetlerin, ona imanı ve onun izinden gitmeyi emreden ayetler oluşudur. Ümmilik vasfına vurgu, onun izinden gitme emriyle birleştiğinde müspet bir anlam kazanmaktadır. Zaten onun ümmilik vasfı, çağdaşlarınca eksi puan olarak görülmemiştir.

Bütün bunlardan çıkan iki sonuç var: Birincisi, “ümmi” kelimesi bağlamına göre müspetten menfiye doğru geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. İkincisi, Kur’an’da Hz. Peygambere atfen kullanılan “ümmi” sözcüğü onun izlenmesini emreden ayetler içerisinde müspet bir vurguyla yer almaktadır. Dolayısıyla, 2.78-79’un da ifade ettiği gibi bu okur-yazarlıktan, ya da ehl-i kitap olmamaktan öte bir şeydir. Ve o şey bizce zihni saflığa, çağının inanç, düşünce ve kültürlerinin müzahrefatıyla kirlenmemişliğe delalet etmektedir.

Onun öksüz ve yetim olmasını da, Allah’ın onun üzerindeki özel bir tasarrufu olarak anlayabiliriz. Onun tasavvur, akıl ve kişiliği adeta, sosyal çevre içerisinde insan şahsiyeti üzerinde en çok iz bırakan aile etkisinden bile arındırılmıştır. O her bakımdan seçilip ayıklanmış (Mustafa) bir şahsiyet olarak vahyin inşasına hazır tutulmuştur.

Bu anlamda, ümmiliğin zıddı nedir?

Okuyucu bunu düşünedursun. Biz onun işini kolaylaştırmak için “ümmi” olan Resulullah ile çağdaş olup, çağının tüm muvahhitleri tarafından peygamberliğe en yakın aday olarak görülen hanif şair Ümeyye b. Ebi’s-Salt es-Sekafi’nin tüm “tevhidi” söylemine ve entelektüel kimliğine rağmen asıl sorununun ne olduğunu gelecek yazıda ele alalım.

Yorum Yaz