Uzaktan gelen adamlar?

“Şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak gelip ‘Ey kavmim!’ dedi, ‘Elçilere uyun!’ Uyun sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere: Zira bunlar doğru yoldadırlar!” (Yasin 20-21)

Katade ve İkrime gibi bazı ilk müfessirler bu ayetlerle Antakyalı Habib-i Neccar hadisesi arasında doğrudan bir bağ kurmuşlar. Aslına bakarsanız ayetteki bu “yiğidin” kim olduğu, nereli olduğu tali konular. Vahiy bu ayetlerle muhataplarına her zaman ve zeminde geçerli olan bir hakikati simgesel bir üslupla anlatıyor.

O hakikat açık: Hakikat güneş gibidir. Ona çok yakın olanlar bazen o hakikati göremezler. Tıpkı güçlü bir ışık kaynağına çok yakından bakanın gözlerinin kör olması gibi onların da gözleri kör olabilir.

Bunun en çarpıcı örneği Allah Resulünün amcası Ebu Leheb. Göremedi, yakın olmasına rağmen uzaktı Sevgililer Sevgilisine.

Ebu Cehil de öyle. Gidenler bilir, onun evi Kâbe’ye Rasûlullah’ın evinden daha yakındı. Fakat yüreği yıldızlar kadar uzaktı. O da göremedi. Gençliğinde “el-emin” diye çağırdığı kimseye “yalancı” diyecek kadar gözü kör, kalbi taş, aklı şaş olmuştu.

Mekke’nin soylularının göremediği hakikati Habeşistanlı Bilal gördü. Bizanslı Suheyb gördü. İranlı Selman gördü.

Onlar Yasin’deki “şehrin en uzağından gelen adamı” temsil ediyorlardı. Uyun diye haykırıyorlar, buna karşılık taşlanıyorlar, horlanıyorlardı. Hepsi de Yasin sahibi gibi imanlarına hayatlarını ve çağlarını şahit kıldılar: “İşte artık ben sizin de Rabbiniz olan Allah’a iman ettim: Duyun beni!” (25) diye haykırdılar.

Mehmet Akif çağımızın Habib’iydi. Arnavut’tu ama kavminin ırkçılığını yapmak yerine İslâm milletinin “milliyetçiliğini” yapmayı tercih etti ve “milliyetim İslâm” dedi.

O uzaktan gelen yiğitti. Yasin sahibine dedikleri gibi ona da “Sen bize uğursuzluk getirdin” dediler. Ve “Eğer bize muhalif olmayı sürdürürsen seni taşa tutar, keyfimizce acı çektiririz” (18) demeye getirdiler. Dediklerini de yaptılar.

Akif’e acı çektirdiler. Onu hafiyelere takip ve taciz ettirdiler. Yaşarken ölüme mahkûm ettiler. Evlat hasreti, vatan hasreti yaşattılar. Beş parasız bıraktılar. Ekmeğe muhtaç edip süründürdüler. Artık “neredesin ölüm” diye dua eder hale gelmişti. İşte şahidi:

Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını

Bana çok görme İlahi bir avuç toprağını

Sadece ona çektirmekle yetinmediler. Çocuklarına ve eşine de çektirdiler. En sonunda o yüz akı adamın bu millete miras bıraktığı evladı çöp bidonunun içinde ölü bulunacaktı.

O fakru zaruret içinde bin bir türlü ıstırapla öldü, fakat onların kini hâlâ soğumamıştı. Yüzyılın bu en asil mümininin cenazesini bir kedi azıtır gibi azıtmaya kalktılar.

“Asım’ın nesli” Kur’an şairine sahip çıktı. Cenazesinde devlet ricalinden bir tek kişi yoktu. Yeryüzünde bir ülke düşünün ki, İstiklal Marşı şairinin cenazesine kuduz köpek ölüsü muamelesi yapmış olsun. Vefatı haber alan üniversite gençliği onu tekbirlerle parmakları üzerinde kabrine taşıdı.

O diyordu ki “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulayı da er-geç silecektir / Rahmetle anılmak’ ebediyet budur amma / Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?”

Abdurrahman Şeref Bey bu manzarayı görünce, bu mısralara şu cevabı verir:

Her göçene mümkün iki hicranlı can ağlar

Âkif! Sana âlemde bugün bir vatan ağlar

Kur’an şairini bir kez daha rahmetle anıyoruz: Ey İslâm’ın mükedder evladı! Seni taşlayanları bu millet belledi, hiç unutmayacak.

 

Yorum Yaz