Vahyi indiği zamana giderek anlama çabası ütopya mı?

Fazlur Rahman, vahyi iki aşamalı bir zihni yolculukla okumayı teklif etmişti. Birinci aşama vahyin indiği zamana gidiş, ikinci aşama onu oradan alıp kendi zamanımıza taşıyış.

Bu tez özellikle akademik çevrelerde özgün bulundu ve hayli tartışıldı. Tezin ana hatları, kabaca geçen yüzyılın İslamcı kuşağının vahyi okuma tarzını andırıyordu. Bu tarzı, aynı kuşağın öncü ve sembol isimlerinden Mehmet Akif Ersoy şöyle dökmüştü şiir kalıbına:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

Belki ikisi aynı şey değildi, ama büsbütün ayrı şeyler de değildi.

Bu tezin ardından vahyin aslında yazılı değil “sözlü bir hitab” olduğu keşfedildi (!) Bu keşif hiç de yeni bir şey değildi. Aslında keşif bile değildi. Bir vakıaydı ve tersi vakıanın göz ardı edilmesiydi.

Gerçekten de vahye sırf bir metin olarak yaklaşmak, onu sadece yazılı bir metin olarak anlamaya çalışmak yanlıştı. Çünkü vahiy sözlü bir hitap olarak indirilmiş, ilk muhatapları onu inişinin hemen arından yazıya dökmüşlerdi.

Sözlü bir hitap ile yazılı bir kitap arasında söz ile yazı arasındaki fark kadar fark vardı. Sözden yazıya geçiş, anlamın bir konumdan başka bir konuma taşınması demekti. Sözle taşınan anlamın bağlamı da beraberindeyken, iş yazıya geçince bağlam dışarıda kalmak durumundaydı. İşte bu açığı Tefsir ilmi, usuldeki Delalet bahsi, Bedi, Beyan ve Meani gibi belağat ilimleri, Esbab-ı Nüzul ilmi gibi Kur’an ilimleri kapatmaya çalıştı.

Kur’an vahyine yazılı bir metin gibi yaklaşanlar ilahi kelam olan Kur’an yerine “Mushaf”ı esas alıyorlardı. Vahye yaklaşımlarını başı gökte ayakları yerde olan ve zamanı dikkate alan interaktif bir ilahi hitap değil, başı sonu belli, indiği tarihsel ortamdan soyutlanmış Mushaf belirliyordu. Bu ise Kur’an’ı anlama ve yorumlamada çeşitli sıkıntılar çıkarıyordu.

Buraya kadar doğru. Fakat buna karşılık çözüm olarak önerilen şey şuydu: O halde vahyi en doğru anlama indiği ortama, yani onun sözlü bir hitap olduğu ortama giderek anlamadır.

İyi de, bu mümkün müydü? Mümkünse, ne kadar mümkündü? Bunu yapmak bunu söylemek kadar kolay mıydı? Kağıt üzerinde hayli sorunsuz ve tumturaklı duran bu “doğru” tespitin, iş uygulamaya geçince hiç de sorunsuz olmadığı ortaya çıkıyordu.

Tezimi müzakere eden 19 Mayıs Üniversitesi öğretim üyelerinden Hermenötik üzerine yazdığı değerli eser ve makalelerinden tanıdığımız Burhaneddin Tatar’ın sunduğum tezle doğrudan değil dolaylı ilişkisi olan bu konuda söyledikleri işte bu noktada önem kazanıyordu.

Tatar, vahyin sözlü bir hitap olarak indiği ilk zamana dönmeyi bir tür “rüya adasına dönme” arzusu olarak görüyor ve bunun imkanlarının sorgulanması gerektiğini dile getiriyor.

Bu konu üzerinde kafa yoranların üzerinde durmaları gereken bir eleştiri. Gerçekten de elimizdeki vahiy metnini, metin öncesi hali olan sözel bildirim haliyle anlama konusunda bir zihnin başarı yüzdesi nereye kadar çıkabilir? Bunun için “kendi şimdi ve burada”sını terk edip zihnen başka bir zamana geçmek, yani bir çeşit anakronizm şartsa, bu anakronizmin getirdiği sorunlar nasıl aşılacak?

Sözün özü, mesele hayli çetrefil. Belki en doğrusu, vahyi anlama hususunda öne sürülen modern tezleri ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılayıp, bunları mutlaklaştırmadan getireceği imkanlardan yararlanmak olacaktır.

Burada bizce dikkat edilmesi gereken en önemli husus vahyi nesneleştirmekten azami oranda kaçınmaktır. İlahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkimiz, onunla bir söyleşi ve diyalog biçiminde gerçekleşmeli. Birinin ağzından söz alacaksanız bunu onu zorla söyleterek de alabilirsiniz, doğru sorular sorarak da. Vahiy istediğimizi söyleteceğimiz bir nesne-metin değil, ilahi rahmetin bir gök sofrası olarak insanlığın önüne açtığı bir “özne-hitap” ve “mübîn kitap”tır.

Vahye nesne-metin muamelesi yapıp onu zorla söyletmeye kalkanlar “kitaba uyma” değil “kitabına uydurma” derdinde olanlardır. Belki de asli olarak mü’minlere bir şifa olduğu kendisi tarafından ifade buyurulan vahyin “zalimlerin sadece hüsranını artırması” bu anlama gelmektedir. Yani, ilahi vahye nesne muamelesi yaparak zulmedenler, sadece kendi kendilerini aldatmış, hüsranlarını artırmış olurlar.

“Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz!” diyen herkes, gücün ahlaksız ve sapık sözüne ve sözcülerine karşı, sözün gücünü desteklemek zorundadır. Bu da en güzel şekilde, sözlerin şahı olan vahyin inşa ettiği bir tasavvur, akıl ve şahsiyetle olur.

 

Yorum Yaz