Ya insanı köpekler tarif etseydi?

Bir TV. Kanalı görüş açıklamamı istemeseydi, konu bu boyutuyla dikkatimi bile çekmeyecekti.

  1. Kanalına tabiî ki hayır dedim. Çünkü en ciddi ve karmaşık meseleler haber bültenlerine düştüğü zaman -Allah muhafaza- suyunu çıkarıyorlar. Ne bileyim, konunun ciddiyeti gidiyor, magazinleşiyor.

Belki televizyonun tabiatı bu. Yani bozuk tabiatlı bir ‘araç’. Bilgilendirmekten çok eğlendirmek için icat edilmiş. Eğlendirirken öğretmek diye bir tabir var, ondan haberdarım. Fakat bu biraz tüm muhatapları çocuk kabul etmek değil mi? Hiç mi yetişkin yok bu ekranların karşısında? Kaldı ki, “eğlendirirken öğretmek” başka, bilgiyi ayçiçeği, mısır gevreği, şakşak tesbih gibi eğlence nesnesi kılmak başka. Böyle bir durumda mısır gevreğinin karın doyurma katsayısı neyse, haberin bilgilendirme katsayısı da odur.

Konumuza dönelim.

Bizzat tanıma ve sohbet etme fırsatı bulduğum Recep Yazıcıoğlu’nun ölüm haberleriyle ilgili bir soru bu. Sözün hemen burasında Yazıcıoğlu’na Allah’tan rahmet dilenelim. Yalnız ölülere değil, dirilere de rahmet dileneceğini hatırlatarak. Allah’ın rahmetine yalnız ölülerin değil, dirilerin de muhtaç olduğunu, hele ölüm-dirim arasındakilerin çok çok daha muhtaç olduğunu hatırlatarak.

Soru açık: Beyin ölümü, İslami naslara göre “ölüm” sayılır mı? Böyle birinin kalbi makinaya bağlı olarak çalışıyorsa, bunu durdurmak caiz midir?

Böyle bir sorunun en nazik yanı, tıbbın verileriyle ilahiyatın verilerini karşı karşıya getirmektir. Tıbbın fizik alanıyla, ilahiyatın metafizik alanının karşıt alanlar olmadığı teslim edilmeli. Böyle bir konuda ilahiyat son sözü söyler. Çünkü tıp son sözü söylemiş ve geri çekilmiştir. Yapacağı bir şey olsa yapacaktı. Fakat tıp artık “fiş takmak-fiş çekmek” noktasına gelip durmuştur. Artık konu biyolojik insanla değil, metafizik insanla ilgilidir. Yani Allah’ın şaheseri “hazreti insan”la.

Fakat ilahiyatın son sözü, tıbbın sözü üzerine bina edilir. Peki, ilahiyat bu konuda ne der?

Önce popüler bir yanlışı tashih etmek gerek: Vahyin insan tasavvurunda insan ruh ve ceset gibi iki unsurdan değil, ruh, can ve ceset olmak üzere üç unsurdan meydana gelir. Bakillani gibi bazı otoriteler bunu böyle isimlendirmek yerine bu üç unsuru ruhun üç kuvveti olarak adlandırmışlardır. Bunu insanoğlunu temsilen dem’e meleklerin tazim etmelerini emreden şu ayet çok güzel açıklıyor: “Ne zaman ki onun donanımlarını tamamlar ve ruhumdan ona üflerim, işte o vakit hemen ona secde ediniz.” (15.29)

“Üflenen ruhun” hemen ardından gelen bir tazim bu. Adeta ona bağlı bir tazim. Kur’an’da ruh kelimesi gerçek bir çokanlamlı kelime. Vahiy meleği, vahyin kendisi, vahyin ilk kaynağı, insana üflenen ve üflendiğinde insanı melekten üstün kılan ilahi fiil gibi anlamlar…

Bu son anlamıyla ruh, insanı diğer canlılardan ayıran irade, akıl, bilinç gibi melekelerin kaynağı. Yani insanı “nefs” yapan, onu ben idrakine sahip kılan kuvvet. Candan ayrı, candan üstün bir kuvvet bu. Can, insana hayatiyet verir ve onu “canlılar” kategorisine dahil eder. Ruhsa insana kendini idrak yeteneği, yani bilinç bahşeder. Bilincini kaybedenden dini yükümlülükler işte bu nedenle düşer.

İmam Ebu Hanife gibi bilginler “aklı” kalbe değil “beyne” nispet ederler. Zaten Kur’an, imanın ve inkarın makarı olan “kalb”ten söz ettiğinde, bununla “kan pompası olan organı kastetmez. Kâf 37′deki “Kuşkusuz bu (vahiyde) bir kalbe sahip olan kimseler için bir uyarı vardır” ayeti bunun güzel bir delili. Kur’an öğüt almayan ve aklını kullanmayanlara “kalpsiz” diyor. Tıpkı fiziken “diri” denilenlere “ölü”, fiziken ölü denilenlere “diri”, görüyor denilenlere “kör”, işitiyor denilenlere “sağır” dediği gibi. Gördüğünüz gibi Kur’an’ın muhatap aldığı insan “yiyen, içen, hareket eden, üreyen” beşer değil, “seçen, kabul eden, reddeden, kendi beninin farkında olan, düşünen, iman ve inkar eden” insan’dır.

Yukarıdaki sorunun cevabına geçmeden önce, bu meseleler üzerine kafa yoran ve vahyin ecel tasavvurunun doğru anlaşılması için çaba gösteren ünlü otoritelerden Ebubekir Muhammed el-Bakillânî’nin (ö. 403 h.) yine üçlü tasnifine kulak verelim:

“Ruh kalpte, beyinde ve ciğerde olmak üzere üç kuvvettir. Kalptekine kuvve-i hayvaniyye, beyindekine kuvve-i nefsaniyye, ciğerdekine kuvve-i nebatiyye denir”.

Bu tasnifte de bilinç beyne atfediliyor. Beyin ölümü, irade, akıl ve bilinç gibi melekelerin kaynağı olan kuvvetin son bulmasıdır. Geriye iki kuvvet daha kalmaktadır. Kan dolaşımı ve solunum sisteminin çalışmasıyla var olduğu anlaşılan “hayvani” ve “nebati” kuvvetler. Şer’î ölüm tam olarak bu iki organın da işlevsiz kalmasıyla gerçekleşir.

Tek başına beyin ölümü, insanı bilinçsiz ve iradesiz bir canlı konumuna indirger. Bu noktadan sonra bu canlıya bakışınızı, varlık tasavvurunuz belirleyecektir. Eğer o canlıyı diğer canlılarla eşit görüyorsanız hükmünüz ona göre şekillenecek, yok o canlıyı henüz irade, bilinç ve akletme yeteneği gelişmemiş bir yeni doğan gibi görüyorsanız ona göre şekillenecektir.

Hele ki tasavvurumuzu inşa edecek bir vahye sahibiz.

İnsanı köpekler tarif etseydi, halimiz nice olurdu sonra?

 

Yorum Yaz