“Yalnızca Kameram, Yüreğim ve Ben”

Modern akıl, dünyaya geliş nedenimizi “sahip olmak” zannediyor ve yanılıyor.

Bütün bir ömrü, hepsi de “tadımlık haz” veren dünyalıklara sahip olmak uğruna harcıyor. En sonunda “sahip oldum” dedikleri tarafından kuşatılıyor. Sahip olduğunu sandığı her şey, dönüp kendisine sahip oluyor. Kendisi, atını sırtında taşıyan şaşkın kovboy durumuna düşüyor. Altında at olsun da menzil-i maksuda kolay varsın diye kendisine bahşedilen nimetler, sırtında yüke dönüşüyor.

Oysaki biz bu cihana, sahip olmak için değil “şahit olmak” için geldik. Şahit olmak, yani tanık olmak, insana verilmiş en büyük onur. İnsan bu onurun farkına varınca, sahip olma tutkusunu bir yana bırakıp, şahit olma sevdasına düşüyor. Kelime-i Şahadet, mahlukat ağacının en soylu meyvesinin, En Büyük hakkında, yine En Büyüğe yaptığı şahitlikten başka nedir ki!

Düşünsenize bir, “Ben şahadet ederim ki…” diye başlıyor. Kime tanık oluyor? Yaratıcısının varlığına ve birliğine. İnsan için bundan büyük şeref mi olur? Yaratıcı insan tanıklık yapmasa da var ve bir. O’nun insana ihtiyacı yok, fakat insanın O’na ihtiyacı var. Bununla O, insanı hem onurlandırmış, hem de ona asli görevini hatırlatmış oluyor. Tanıklık, işte o görevin ta kendisi.

Me’âric suresinde cennetlik müminlerin nitelikleri sayılırken, çok dikkat çekici bir yükümlülük de tadat edilenler arasında yer alır: “Onlar ki, tanıklık etme sorumluluğunu hakkıyla gözetirler!” Benim “hakkıyla gözetirler” diye çevirdiğim “kâimûn” sözcüğünün literal anlamı “ayağa kaldırırlar”, “pasif halden aktif hale geçirirler”, “sözden eyleme dökerler” anlamına geliyor.

Hilal TV’nin düzenlediği 1. Ulusal Kısa Film Yarışması, aslında bir “tanıklık çağrısı”. En azından ben böyle okuyorum. Yarışmanın adını başlığa çıkardım: “Yalnızca Kameram Yüreğim ve Ben”. Yeni Şafak okurları bu yarışmayı ilk olarak gazetemizin sinema editörü ve eleştirmen sevgili Ali Murat Güven’in köşesinden öğrendiler. Yarışmanın fikri altyapısının anası da o, isim babası da, koordinatörü de?

O tam bir “sinema gönüllüsü”. O işini sırf “laf olsun kese dolsun” diye yapan “komisyon adamlarından” değil. O bir misyon adamı. Kişinin misyonu, işinin ruhudur. Yaptığı işte misyon gözetmeyenlerin işi, ruhsuz bir cesetten ibarettir. Hep şuna inanmışımdır: Ruhu olan işlerden hayır çıkar. Ruhsuz işlerden hayır çıkmaz, çıksa çıksa haz çıkar. Sırf haz çıkarmak için bu kadar emek ve zahmete ne gerek var!

Hilal TV’nin düzenlediği bu Kısa Film Yarışması’ndan da hayır çıkacak. Yarışmaya gösterilen ilgi, bunun şahidi. Hilal TV Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni ilgiyi iyi bulsalar da, şahsen ben, bu ülkenin Müslümanlarının bu türden gayretleri şahit olma yükümlülüğünün bir parçası olarak algıladıkları kanaatinde değilim.

Oysaki işin bu tarafı önemli. Önemli ne kelime, işin can alıcı noktası burası. Bir mümin “tanıklığı” bir sorumluluk ve yükümlülük olarak görüyorsa, bunu hakkıyla yerine getirmenin gayreti içinde olur. Bence sinema, “şahit olma” sorumluluğunu yerine getirmenin araçlarından biridir. Bu aracın, var oluş nedenini “şahit olmak” değil de “sahip olmak” olarak tanımlayanların elinde olması, gerçeği değiştirmez.

Doğrudur, sinema genellikle “sahip olma” tutkunu hazcıların elinde, bir “haz” ve daha çoğuna sahip olma tutkusunu kışkırtan bir “koz”a dönüştü. Sanat bir aynadır; sanatkâr o aynada kendini yansıtır. Sinema aynasına (perdesine) yansıyanlar, onu yapanların zihin, yürek ve hayatını resmediyor. O dünya güdülerin bastırılmış dünyası ve bastırılmış ne kadar tutku varsa, bu aynada arz-ı endam etti.

Sağlık gibi insana dair en masum alanı bile vahşi kapitalizmin insan öğüten acımasız bir değirmenine dönüştüren akıl, sinema gibi elverişli bir enstrümanı neden dönüştürmesin? Değil mi ki tüm derdi “sahip olmak”? O halde, her şey mubah. İşte budur sinema üzerinden güç, cinsellik ve şiddet pompalanmasının arkasında yatan neden. Hazcı aklın işi gücü “fiyat” ile; onun “değerlerle” işi yok. Hatta değer yıkıcılığı kendisine amaç edinmiş. Çünkü değerlerin yükselişini, fiyatların yükselişine mani görüyor. Bu yüzden değeri düşman olarak algılıyor ve ona karşı sapıkça bir savaş veriyor.

Bu savaşın arkasında yatan temel neden de yine “şahit olma” ile “sahip olma” arasındaki o derin fark. Sinema alanına ilgi duyup da var oluş nedenini “şahit olmak” olarak tanımlayanların, bu vahim durumdan şikâyete hakları var mı?

Eğer, “seyirci” kalıyorlarsa yok. Seyirci kalmak nesne olmaktır. Nesne olarak yaratılanın nesneliği, tabiatına teslimiyettir. Ama özne olsun diye var edilen insanın nesneliği, kendi tabiatına ihanettir.

Yok eğer “izlenen” olmak istiyorlarsa, ne duruyorlar? Fırsat bu fırsat, alsınlar kameralarını, hem “şahit olsunlar”, hem de başkalarını kendi salih amellerine “şahit kılsınlar”.

Unutmasınlar: Biz bu cihana sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik.

 

Yorum Yaz