Bir haccın ardından (3)

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk!”

Telbiye, haccın ruhunu en iyi ifade eden lahuti slogan: “Buyur Allah’ım buyur!”

Bu, “Hacca çağırmak-hacca çağrılmak” meselesinin de özünü öğretir. Hani şu koca koca adamların malum söylemleri. Bu söyleme şahit olan herkes, içinden şöyle demekten kendini alamaz: “Hacca gelenler çağrılanlar olduğuna göre, gelemeyenler de çağrılmayanlar olmalı”.

İyi de, neden hep bilmem kaç Euro’yu bayılanlar davete mazhar sınıfına dahildir de, bunu denkleştiremeyenler değildir. Kotaya, sıraya, kuraya ne demeli?

Bu tepeden tırnağa yanlış söylem, Arafat’taki konuşmalarda dahi sırıtıyordu.

Ne yazık ki, hac hakkındaki birçok Kur ‘ani ve Nebevi ifade, bilerek veya bilmeyerek anlama yanlışına kurban edilmektedir. Buna itiraz etmesi hatta avami yanlışları düzeltmesi gerekenler, tam tersine yanlışı pazarlayan ve pekiştirenlerin ta kendileri oluyor.

Ayıptır, en azından?

Ali İmran 97 ve Hac 27. ayetler şahittir. Hacca kimlerin davetli olduğu orada kayıtlıdır. Hz. İbrahim’e “İnsanları hacca çağır!” emri verildiği günden bu güne herkes davetlidir. “Ona ulaşmaya bir yol bulabilen herkes üzerinde beyti haccetmek Allah’ın hakkıdır.” Bu ayetten siz ne anlarsınız? Şunu: Ona ulaşmak için bir yol bulmalıyım.

Parayı tedarik edip, sıraya girip, kotayı aşıp, kurada çıkıp vize almayı başaranlara, sanki bütün bunlar olmuyormuş gibi “Hadi gene iyisiniz, siz çağrılmışlardansınız” diye okşamak da neyin nesi? Kafile başkanımızın 12. haccı imiş? Sormazlar mı adama; “Efendi, efendi! Milyonlarca Kâbe aşığı bir kez bile çağrılamazken, sen hangi amelinle 12 kez çağrılabilme mazhariyetine nail oldun?” diye. Bu mazhariyetin öyle derin bir sebebinin olmadığını, tamamen “esbab ve ahbab dairesinde” olduğunu söylemeye hacet mi var?

Hz. İbrahim’in daveti herkes içinse -ki öyledir- herkes davetlidir. Gelemeyenlere “siz davet edilmediğiniz için gelemediniz” anlamına gelecek her tür söylem, sadece gelenlere dağıtılmış bir rüşvet-i kelam değil, gelemeyenlere yöneltilmiş bir töhmettir de. Söylemlerimize Kur’an değil de avam kaynaklık edince, olacağı budur. Mahcup eder.

“Buyur Allah’ım buyur!” Lebbeyk deyip girmiştik, lebbeyk deyip devam edelim: “Buyur!” diyen, daveti işittiğini ifade etmiştir. “Buyur!” diyen, emre âmâde olduğunu ifade etmiştir. “Buyur!” diyen, teslim olduğunu beyan etmiştir.

Ama “Buyur Allah’ım!” deyip geliyorsunuz, kendinizi Allah’ın beytine (evine) gelmiş Allah’ın misafiri biliyorsunuz. Daha yola çıkma iradenizden itibaren akçalı taleplerden başınızı bulamaz oluyorsunuz.

Bunun adı belli: Haccın sırtından geçinmek.

Bunu sadece sizi götürenler yapmıyor. Allah’ın misafiri olarak gittiğiniz yerde de “döviz yumurtlayan tavuk” olarak görülmek veya böyle hissetmek, içinizi acıtıyor. Maksadınız ibadet etmek. Bu maksatla, tüm dünyanızı ardınıza atarak, çocuk çocuğunuzu dahi gündeminizden çıkarıp tek gündem maddeniz olan Allah’la sözleşme yenilemeye yoğunlaşarak geliyorsunuz. Kâbe’yle karşılaşmanın tüm heyecanı benliğinizi sarıyor. İlk karşılaşma önemli. Leyla ile Mecnun’un buluşması gibi. Tam Kâbe ile karşılaşmak için kafanızı kaldırıyorsunuz. O da ne! Karşınızda, Kâbe’nin ardında dev bir fon gibi duran tablonun tamamını kaplayan bir beton-çelik karışımı kule?

O anda aklınız karışıyor. Yapmayı tasarladığınız duayı unutuyorsunuz. Yüreğiniz burkuluyor. “Kim koydu bu heyulayı bu mübarek karenin içine!” diye bağırasınız geliyor.

Her ziyaretimde istisnasız bir şeyin özlemini çekmişimdir: Ayağımı hareme ilk attığımda, ayağımın Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail’in, Hz. Hacer’in, Hz. Muhammed’in, onun sevgili ve seçkin arkadaşlarının ayaklarına değen kumlarla buluştuğunu hissetmek. Ama ayağımın altındaki mermer bana bu hayrı çok görüyor. Onun hazzı var, ama hayrı yok.

Ben ve eşim, dostum ve eşi. Bir avucuz. Dalıyoruz kâinat ilahisine katılan ümmet denizinin bağrına. Biz elektronuz Kâbe çekirdek, biz kanız Kâbe kâlp, biz ayız Kâbe dünya, biz dünyayız Kâbe güneş?

Dönenceye gir ve dön! Boğulacaksan, aşk girdabında boğul! Bir pervane kelebeği gibi, koş ışığa. Dön lambanın etrafında, daha kesmezse kaldır at kendini ateşin içine. Sen de ışık ol ve “Işığım” deme hakkını kazan. Damlasın, bu doğru. Ama denize karış ve “ben denizim!” deme hakkını kazan. Yeter ki iyot olma. Allah daha ihramını sırtına geçirirken sana tüm ayrıcalıklarını attırdı ki, okyanusta iyotluk yapmayasın.

Bizim Türk hacılarının hali, o aşk okyanusuna düşmüş iyot gibi görünüyor. Futbol takımı gibi, flamaları, bayrakları, antrenörleri ve hatta amigoları? Her bi şeyleri var, ama bir şey eksik. Adını koymakta zorlandığım o eksik o kadar belirgin ki, insanın içi, aha ta şurası acıyor. Bu sakil manzara yüzünden içimdeki acı yüzüme yayılmışken, hemen yanımda vakar içinde yürüyen uzun boyla aksakallı, nurani çehreli birinin beni süzdüğünü hissediyorum. Başımı çeviriyorum, evet, hissimde yanılmamışım. Gayr-ı ihtiyari göz göze geliyoruz. Sanki onun yüzünde de, benim yüzümden okunan acının bir benzeri var. Kim bilir, belki de bana öyle geliyor. Anlık bir bakışma oluyor. Yüreklerimiz arasında bir alış-veriş yaşanıyor. Bir kez daha fark ediyorum yüreğin nükleer güç merkezi olduğunu.

Meğer bir bakışa, ne çok soru, ne çok cevap, ne çok mana sığarmış Allah’ım!

Ve devam ediyoruz: Allahu ekber! Allahu ekber!

İhtişamın karşısında kamaşmayan göz kördür ya Rabbi!

 

Yorum Yaz