Sus ey bülbül benim hakkım senin hakkın değil matem!

Sustum aziz üstadım.

Yüreğinden yüreğime yansıyan acının şiddetine baktım da, acımın senin acının zekatı dahi etmediğini anladım ve sustum.

Şunun şurasında, kendisiyle aynı çağda yaşamaktan dolayı iftihar ettiğimiz kaç kişi var ki?

Onlardan biri de sensin ey Kur’an şairi, ey kurban şair!

Muhammed Akif’in Safahat’ını şiirsellik açısından zayıf bulanlar var. Onun şiirine sırf sanatsal kaygıyla yaklaşanlar, yangın kulesinden yükselen “Yangın var!” çığlığı içinde “musikî makamı” arayanlardır. Elbette abesle iştigaldir bu. Sadece abesle iştigal değil, münasebetsizliktir.

Safahât, sadece bir şiir kitabı değildir. O, bu toprakların başından geçen acıklı hikayenin destanıdır. Buna rağmen, gördüğü yangını tasvir etmekte o bile bazen acze düşer ve bunu şöyle itiraf eder:

Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem,

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.

Böyle dediğine bakmayın bu asil adamın. Bazen öyle bir feryat koy verir ki âsumâna. Meleklerin bile ağladığını duyar gibi olursunuz:

Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım!

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!

Taş kesilmemişse yüreğiniz, donar kalırsınız bu canhıraş çığlık karşısında. Anlarsınız ki yangın kulesinin bu uykusuz nöbetçisi, sadece yangını görmemiştir. Kundakçıları da teşhis etmiştir. Akif’in parmağı, 600 yıllık Devlet-i Aliyye’yi 10 yılda kül eden güruhu gösterir:

Eyvah beş on kafirin imanına kandık!

Bir uykuya daldık ki, cehennemde uyandık!

Mademki ey ad-i ilâhi yakacaktın,

Yaksaydın a mel’unları, tuttun bizi yaktın!

Bu son mısralar “naz makamı”na aittir. O makam âşıkların ve sadıkların makamıdır. El-hak, Âkif’de onlardandır. Tıpkı şu mısralar gibi:

Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi yoksa bu biçarelerin yoksa felahı?

Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun!

“Yandık” diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun!

Peki bu güruha ne yapmak lazımdır? İşte bu sorunun, 30 Ocak 1913 tarihli cevabı:

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere

Osmanlı bitmiş fakat kundaklama bitmemiştir. Yangın olanca dehşetiyle sürmektedir. Âkif, İstiklâli uğruna çırpındığı vatan üzerinde nasıl bir senaryo oynandığını ilk fark eden ender zekalardan biridir. Soru şudur: Batılı güçler koskoca Osmanlı’yı yıkmayı planlamışlar da, onun yerini neyin alacağını planlamayı unutmuşlar mıdır? Bu sorunun doğru cevabını ilk verenlerden biridir Âkif. Şu şiir 9 Mayıs 1929 tarihli:

Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar!

Milletin az çok duran bir dini, bir namusu var.

Şimdi nöbet onların, yansın da onlar öyle mi?

Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık âlemi!

“Namusu ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkumdurlar” diye çıkılan yolun sonunda bu toplumu ayakta tutan temel direklerden “aile”nin yıkılacağını daha o zamandan görmüştür:

Biz ki her mevcudu yıktık gayesiz bir fikr ile

Yıkmadık bir şey bıraktık, sade bir şey: Aile.

Âilî bir inkılap olsun diyen me’yus olur

Başka bir şey kazanmaz, sade bir olur.

Çünkü “çıplak” inkılabatın rezalettir sonu

Ey deni kundakçılar biz sizde çok gördük onu!

Kundakçıları ifşa eden büyük şaire göre çözüm bellidir. Bu vatana sahip çıkmak.. Çalışmak; yılmadan, yorulmadan, usanmadan çalışmak:

Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir”

Davransana! Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok, leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin!

Kur’an şairi, “millet-i merhume”ye dirilişin tek kaynağını gösterir: Kur’an. Ona göre bu millet, Kur’an’ı “dirilerin” değil de “ölülerin” kitabı yaptığı için zamanın ölü milleti muamelesi görmüştür. Şu mısralar 1928 tarihli bir şiirinden:

Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için

Âkif, bu toprakların vicdanıdır. O susarsa, bu toprakların vicdanı öldü demektir. “Bu toprakların vicdanı susmasın” diyorsanız, Akif’i yaşatın, Safahat’ı elinizden düşürmeyin.

Yorum Yaz