Kosova ne yana düşer, yürek ne yana?

Ya aklım ermeseydi, ya elim erseydi.

Aklım ermeseydi, insan olmanın bunca ağırlığı altında ezilmezdim; her gün her gece bir ömrün acısını yaşayıp yaşlanmazdım. Aklım ermeseydi, bu ümmetin dünkü izzetini de, bugünkü zilletini de bilmezdim; dolayısıyla bu ikisini karşılaştırınca gözlerim kararmaz, yüreğim burkulmaz, içim içimi yemezdi.

Aklım ermeseydi, insanlığımdan utanmaz, imanıma mahcup olmazdım. Ben de tatmin olurdum “metaun galil” ile ben de, âşıklarını alıp kumda oynamaya gidenlerle birlikte oynamaya giderdim. Aklım ermeseydi, ben de gülerdim ağlanacak halimize; çünkü –anlamazdım- o zaman; anlayamayanlar ağlayabilirler mi?

Meryem’in küçümencik omuzlarına, bir “müjde”ye hamile kalmanın ağır yükü oturunca, insanların ithamkar bakışları altında ezilerek “ya leytenî mittu qable haza ve kuntu nesyen mensiyya” (Ne olaydım, keşke daha önce öleydim de, unutulup gitmişlerden olaydım!19:23) diye sızlanışını anladığımı sanıyorum. Ya da Ömer’in, insânîve imânî sorumluluğunun altında inlediği yıllarda eline bir çöp alıp “Ne olaydım keşke bir çöp olaydım!” deyişini?

Kosova’da işlenen vahşete karşı genel bir duyarsızlıktan yakınılıyor. O duyarsızlar, dün de duyarsızlardı, bugün de. Onlar, sadece Kosova’ya karşı değil, Bosna’ya, Çeçenistan’a, Filistin’e, Keşmir’e ve daha yüreğimizin kanayan birçok yerlerine karşı da duyarsızlardı.

Bu duyarsızlığı, konjonktürel sebeplere bağlamak yanlış olur. Bu duyarsızlığın en temel nedeni “ümmet şuuru”ndan yoksunluktur. Tarih şuuru da, coğrafya şuuru da ümmet şuurundan beslenir. Anadolu hikmeti bunu şöyle kalıba dökmüş: “Nereniz ağrıyorsa canınız ordadır.” Evet doğru, fakat siz bütünlüğü olan ve hayati fonksiyonlarını yitirmemiş bir bedenseniz. Eğer, kol bedenden kopmuşsa, ele değil iğne, hançer dahi batırsanız sinir sistemi tepki vermez; çünkü organ sistemden kopuktur. Yüreğindeki evrensel, sınıfsız ve sınırsız haritayı “misak-ı milli” ile değiştiren biri, nasıl duysun acısını Kosova’nın? Nasıl anlasın Sakarya’nın kardeşi olduğunu Tuna’nın?

Bağrı yanıklar mı? Onlar, nerede olurlarsa olsunlar, her mazlumun acısını hissederler. Nerde bir çocuk ölse, onu getirir kendi yüreklerine gömerler önce. Onların yüreği Karaca Ahmet Mezarlığına dönmüştür. Onlar yüreklerindeki ümmet haritasına namahrem eli değdirmemişlerdir. Cetvelle çizilmemiştir onların gönül haritaları.

Onlar milyonlarcadırlar; fakat sahnede yer almadıkları için isimlerini kimse bilmez. İşte iki gün önce onlardan biriyle olmanın tanımsız lezzetini yaşadım. O, hem yalnız, hem yaşlı, hem yoksul ve hem de ihtiyacı için dışarı çıkamayacak kadar yatalak hasta. Beni görünce, kurumuş göz pınarları tekrar doluyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Dışardan biri onu görse, kesinlikle onun haline ağlar; o ise kendi haline değil ümmetin haline ağlıyor ve bir yandan ardı ardına sıralıyor “Ne olacak bu ümmetin hali; ne olacak Kosova’nın hali; ne olacak Ankara’nın hali?” Ankara’nın halini Kosava’dan bağımsız düşünmeyişi bana çok anlamlı geliyor. Bir sözü içime oturuyor: “Ya aklım ermeseydi, ya elim erseydi.”

Seyid Ali Amca 80’lerinde bir yaşlı, Havva Güney’se 20’lerinde bir genç; fakat acıları sancıları aynı, şu satırları benimle birlikte okuyun, belki sizin de içinize oturur:

“Şu anda sabahın 2.30’u ve benim gözümde uykunun zerresi yok. Kafam çatlayacak gibi; bin bir düşünce, üzüntü, endişe beynimde cirit atıyor ve birden gözüme gazete ilişiyor ve sizin makalenizi görüyorum sayfaları karıştırınca: ‘Kimi demler olur, bıçak gibi demler; olanca genişliğine rağmen yeryüzünün dar geldiği, yüreğinizin göğüs kafesinde bir kuş gibi çırpındığı, acının göğsünüzden bir buhar gibi yükseldiğini gördüğünüz demler…’ İşte ben, tam bu demlerdeyim şu an. Yani Kur’ani tabirle ‘wa daqat a’leyhimu’l-ardubima rahubet!’ Hani çılgınca bağırıp, haykırmak ister ya insan bazen… Ama sıcak gözyaşlarından başka bir şey çıkmaz kavruk yüreğinden.

Etrafınızda olup biten bunca olumsuzluk, bunca zulüm, bunca vahşet, bunca haksızlığı görüp bir şey yapamamak! Diş dünyada her gün olup biten katliamlar, ucuzca dökülen masum kanlar, artık klasikleşen acımız Filistin, Lübnan, açlıktan kırılan zavallı Afrika ve daha bilmem neresi ve şimdi de Kosova?

Dışardan baskı, içeride yangın, öz yurdunda garip öz vatanında parya olarak yaşamak tabibuna yaşamak denirse- zilletine her gün katlanmak ve üstüne üstlük ‘Müslümanım’ diye geçinen bu sefiller, bu bedbahtlar yığınının sebep olduğu ve şuan bütün benliğimi sardığını hissettiğim hem bir tiksinme duygusunun hem de bir acıma duygusunun -ve tabi ki utancın da- karışımı olarak ortaya çıkan bu acayip duygunun üzerime karabasan gibi düşen dayanılmaz ağırlığı!? Hepsi bir biri üstünü binince, işte, yeryüzü dar geldi bana. Daha baharını yaşaması gereken bu genç yüreğim, sanki önceden hiç yaşanılmamış, başı göklere değen dağların dahi şahit olmadığı sert bir kış mevsimi geçiriyor şu günlerde?”

Siz, ey bağrı yanıklar; siz varsanız umut da var demektir!

“Eleyse’s-subhu bi-qarîb”

( 7 Nisan 1999 )

 

Yorum Yaz