Yiğit ölünce yiğitlik ölür mü?

Yahudi, Yahudilik ve Siyonizm Ansiklopedisi’ni kaleme alan el-Mesiri, benim yaklaşık olarak “küresel değersizleştirme” diye tercüme ettiğim, insanın varoluşunu anlamlı kılan tüm bağlardan arındırıp (kutsaldan koparma) basit bir “doğa objesi” konumuna indirgenmesini, insanın “amaçsızlaştırılması, gaye, ilke ve hedeften yoksun bırakılması” olarak niteliyordu.

Bu tür bireylerden oluşan bir “teknoloji toplumu” (el-müctemau’t-teknoloci/ technologial society) amaçlayanların hedefinin “insan” değil “sayborg” yetiştirmek olduğunu dile getiren el-Mesiri, bu tür bir toplum için rehberlik eden akademik çevreleri de “teknokrat” olarak tanımlıyor ve onlar için şu tespitte bulunuyordu: “Teknokrat insan tipi, sınırı belirlenmiş dar bir alanda uzmanlaşmıştır; alanının dışındaki alemi kavramaktan acizdir.

Tüm dikkatini uzman olduğu alanda tikeller üzerinde yoğunlaştırdığı için onların bağlı olduğu tümelleri kavramaktan fersah fersah uzaktır… Bu nedenle de, bu tip toplumsal değişimi aklına dahi getirmez; çünkü gerçek bir değişim, kapsamlı bir bakış ister. Özetle teknokrat, statükocu ve donuk bir tiptir.” (1/241)

Kant’ın “eleştirel aklının” yanında durup “enstrümental aklı” eleştiren el-Mesiri, Descartes ve onun devamı gördüğü Frankfurt Okulu’nu, Yunan mitoloji kahramanları “ilyada ve Odissea”dan yola çıkarak “insan-tabiat” ilişkisini “uyum” değil “çatışmaya” dayandırdıkları için “insanın insanlığını heder etmek”le suçlar. Bu yaklaşımın, tabiat “bütününden”, insan “parçasının” koparılıp ayrılması olduğunu, bunun da “insan hürriyetinin ve tabiat emanetinin intiharıyla” sonuçlanacağını, çünkü her ikisinin de anlam ve kutsiyyetini yitireceğini dile getirir. (1/243)

El-Mesiri, bütün bu insanı insanlığından ve mutluluğundan uzaklaştıran “izm” ve “ideolojileri” hep getirip sekülerleşmeye ve dünyevileştirmeye bağlar. Çünkü el-Mesiri sekülarizm ve laisizmi, tam bir “Yahudilik” olarak tanımlar. Bu nedenle, modern zamanların, bir tür “küresel Yahudileşme” zamanları olduğunu ima eder ve “modern sapmanın” kurucu öznelerinin gerek biyolojik, gerek düşünsel ve duygusal açıdan “Yahudilik” ve “Yahudilerle” olan ilgisini ortaya koymaya çalışır.

El-Mesiri’yi, 25 yıl gibi hiç de küçümsenmeyecek bir süreyi, üniversite hocalığını bırakıp bu işe verdiren itici gücün “akademik tecessüs” olması elbette düşünülemez. Bu gücün ne olduğunu, eserine yazdığı “ithaf”ı okuyunca siz de göreceksiniz:

“Bir sabah arkadaşım, yeni şehid olmuş bir Filistinlinin taziyesine gideceğimizi söyledi. O, öz toprağına girmek için dikenli telleri aşmaya çalışırken kurşunlanmıştı. Şehidin evi, Amman’ın tepelerinden birinin üzerindeydi… Eve girdiğimde ne bir ağıt sesi duydum, ne de hüzünden eser gördüm. Aksine, onlar tatlı ikram edip tebrikleri “Bir dahaki sefere inşallah Filistin’de” diyerek kabul ediyorlardı. Oradaki herkes fedakarlıktan, kurban olmaktan söz ediyorlardı. Meclisimize Şehid İzzeddin Kassam’ın mücadelesine katılmış bir ihtiyar geldi ve dedi ki: “Biz, bizim sahip olduğumuz silahların eski Osmanlı çalaralmazları olduğunu biliyorduk. Bunun için de, her ne zaman Siyonistlerle ve onların destekçisi İngilizlerle çatışmaya girsek, bizi gelişmiş silahlarından çıkan kurşunlarla biçiyorlardı; tıpkı bu evin yeni kaybettiğimiz yavrusu gibi. Bununla beraber biz her gece köyümüzden çıkıp işgal edilmiş topraklarda geziniyorduk.” “Niçin?” diye sordum. Kısa bir sükutun ardından dudakları hareket etti bu Filistin dağı gibi duran ihtiyarın:

“Topraklarımızı unutmamak için, direnişi unutmamak için…”

“Ebu Said’i kaybettiğimiz gün, hastaneden çıktığımızda kendi kendimize soruyorduk: Yiğit ölünce yiğitlik de ölür mü? Direnenlerin bir kısmı göçtüğünde direniş tükenir mi?”

Bu satırların ardından el-Mesiri, emek mahsulü eserini şu kişilere ithaf etmiş: “Ebu Said’e (Allah rahmet etsin); tüm zulme direnenlere ve Allah’ın izniyle gelecekte direnişi sürdürecek herkese…”

( 16 Nisan 1999 )

 

Yorum Yaz