Yiğit ölür eseri kalır

Cuma günü, namazını kılarak yolcu ettiğimiz merhum Esad Coşan hoca efendi ve damadının ardından, tasavvuf ve onun kurumlaşmış biçimi olan tarikatlar yeniden gündeme geldi.

Ahmet Hakan’ın sunduğu İskele-Sancak’ta bu konu enine boyuna ele alındı.

Program sunucusunun dozu iyi ayarlanmış soruları, konuklar içerisinden özellikle konunun uzmanı olanlara, programı bir bilgi şölenine dönüştürme fırsatı verdi. Hayreddin Karaman hoca yine göz doldurdu. İslam’ın bu konudaki adil ve mutedil bakış açısını büyük bir vukufla ortaya koydu. Özetle, uykusuz kalmaya değdi.

Hayreddin Karaman hocanın verdiği mantar örneği yeterince açıklayıcıydı: Ben mantarı severim, güzel bir yiyecektir diyordu. Fakat mantarın zehirlisini zehirsizinden ayırmayı bilmeyen mantar toplayıp yemeye kalkarsa, ölme riski vardır. Mantar yeme zevki uğruna bu riski göze almayı kimseye tavsiye edemem, diyor ve özetliyordu: Tasavvuf “özel” bir alandır. Genel alan dindir ve dinin açık ve net kaynaklarıdır. Bu kaynaklara vakıf olduktan sonra insanlar sahtesini gerçeğinden ayırabilecek bir liyakatte iseler ve bu özel lezzeti ille de tatmak istiyorlarsa, girsinler ve tatsınlar. Hoca, gerçek şeyhin başta İmam Rabbani olmak üzere tasavvuf otoritelerince “kibrit-i ahmer” gibi nadirin de nadiri bir Zümrüd-ü Anka olduğunu dile getirirken, konunun orada bulunan otoritelerinden Mustafa Kara da, “İşin ehli olan çok nadirdir, ekserisi ehil değil istismarcıdır” yargısında bulunuyordu. Bir uzman olarak şu tespiti yapıyordu: “Her şeyhin ardından mutlaka post kavgası başlar. Bu deyim de oradan gelir!”

Şu gerçek günümüzdeki sûfi liderlerin ortak görüşüdür: “Tasavvuf, bugün eski işlevini kaybetmiştir.” Doğrudur. Tasavvufun kendine has terbiye metodu olan seyr u sülûkü liyakatle tamamlatacak kaç mürşid-i kâmil vardır? Seyr u sülûkü tamamlayacak altyapıya sahip kaç mürid çıkar? Hangi bilgiyle, hangi birikimle, hangi irfanla, hangi ihsanla, hangi zühtle, hangi takvayla, hangi lokmayla, hangi yürekle?

Bir başka gerçek de şudur: Bundan böyle hiçbir şeyh, gassal elinde meyyit (ölü yıkacıyı elinde ölü) gibi bir mürit bulamayacaktır. İradesini mürşidine ipotek edip onun gölgesi olacak bir mürit (mürid’in karşılığı budur) bulmak neredeyse imkânsızdır. Şeyhler için geçerli olan, hocalar ve talebe için de, üstatlar ve şakirtler için de, ustalar ve çıraklar için de geçerlidir.

Kimse kendisini kandırmasın. Günümüzde tasavvuf adı verilen oluşum, eskisinden çok farklıdır ve bence bu öyle hayıflanacak bir şey de değildir. İnşallah umurları hayra tebdil olunacaktır. İstismarcılar ve beşik şeyhleri müstesna, günümüzde tasavvuf artık bir halk eğitim müessesesidir ve müntesiplerine seyr u sülûk yerine Kur’an okumayı, namaz kılmayı, İslâm ahlâk ve faziletini, siyasi şuuru, medeniyet şuurunu, iktisat şuurunu öğretmekte, birer NGO işlevi görmektedir. İşte Esad Coşan da bunlardan biriydi ve belki de bu anlamda en göz dolduranıydı.

O, adam doğuran adamdı ve bir medeniyet perspektifine sahipti. Çoğu şeyhin adını telâffuz etmekte, haritadan yerini göstermekte zorlanacağı Avustralya’ya, 28 Şubat’ın topyekûn savaş ortamında gönüllü sürgün olarak gitmeyi göze alabilmesi, işte bundandır.

Önce öldür, sonra türbe dik

Birçok ihtirazi kayda rağmen, Sezer’in tavrı kendi içerisinde tutarlıydı ve cemaat sözcüsü de o gün yaptığı açıklamada “Takdir yetkisini kullandı, kırgın ve kızgın değiliz” diyordu. Fakat asıl iğrendirici olan hükümetin tavrıydı.

Bir yandan, hukuku ayaklar altına alarak inançlı memurları işten sorgusuz sualsiz atmak için kararname çıkartacak kadar inanca düşman olacak, senedinde amaç dışı kullananlara lanetler yağdırılan Bezmiâlem’in Vakıf Gureba’sına hukuka rağmen el koyacak, çocukların Kur’an öğrenimini yasaklayacak, başörtülülere yapılan “Fransız zulmünü” sürdüreceksiniz, bir yandan da “cenaze” ve “kabir” istismarı yapacaksınız.

Evet, doğrudur; bunun anlamı “En iyi şeyh ölü şeyhtir” demekten başka bir şey değildir. Apo’nun sığdırıldığı ülkeye sağlığında sığdırılamayan merhum Hoca, 28 Şubat basınının hedefi haline gelmişti. Sağlığında illegal yollardan sürgüne gönderdiğiniz birine, öte yandan mezar rüşvetiyle “ıskat” (sus payı) vereceksiniz. Evet, bu bir “siyasal nebbaşlık”tır.

Mezarlar, bir medeniyetin tapu senetleridir

Doğrusu, haberi duyduğum andan beri, merhum Esad Coşan’ın Avustralya’da defnedilmesinin daha isabetli olacağını düşünmüşümdür. Bu düşüncem yeni değildir. Avrupa’da ne zaman konferansa çağrılmışsam onlara hep şunu dedim: Türkiye’nin ölülerinize ihtiyacı yok, fakat Avrupa’nın var. Müslüman mezarları, bizim için geleceğe bırakılmış birer vesikadır. 50 yıl, 100 yıl sonra bu mezarlar, o topraklardaki İslam’ın geçmişini temsil edecekler. Sarı Saltuk’un, makamları hariç yedi adet kabrinin oluşundan ibret almak gerek.

Avustralya mevzuatına göre iç organlarının çıkarılma mecburiyeti olduğunu duyunca, “Bunda da bir hayır var” dedim kendi kendime, onların yerinde olsam bir kısmını Avustralya’ya, bir kısmını Türkiye’ye gömerdim; varsın iki mezar olsun, bu daha da hayırlı olabilir, demiştim. Tabii, Avustralya makamlarının ricalar üzerine bu mevzuatı uygulamayacağı öğrenildi sonradan.

Cesetler topraktan gelip toprağa giderler. Mezar taşları birer semboldür. Tıpkı sözlerimiz gibi, hatta şu gördüğümüz mevcudat gibi. Sembolün eşanlamlılarından biri de “ayet” değil midir? Semboller zarftırlar ve tıpkı işaret parmağı gibi mazrufa işaret ederler.

Büyük sahabi Ebu Eyyub el-Ensari’nin Eyüp’teki kabri neler söylemiyor insana? Bence merhumun Avustralya’daki kabri de aynı mesajı verecekti. Bu noktada insanın aklına neler gelmiyor ki? Acaba birileri hükümetin kulağına bir şeyler fısıldayarak cenazenin Türkiye’ye gelmesini temin için, sonu başından belli olan kararnameyi imzaya mı açtırdı? Bu bir yem miydi? Maksat hasıl olduktan sonra da, o birileri işi engellemiş olamazlar mıydı?

Bilemem ki, burası Türkiye.

Netice…

Güzel yaşayanlar güzel ölürler. İyiler iyi atlara binip giderler.

Kimin nasıl yaşadığı, geriye ne bıraktığından bellidir. “Semeri” kalanlardan değil, “eseri” kalanlardan olmak; en büyük saadet!

Yiğit öldü, geride binlerce eseri kaldı.

Filistinli şehid babasının dediği gibi: “Yiğit öldü, ama yiğitlik yaşıyor, yaşayacak…”

( 12 Şubat 2001 )

 

Yorum Yaz