Yılanla çuvala girmek

Yıl 1989.

Net hatırlayamıyorum; ya Kahire’nin gelenekle geleceğin iç içe olduğu müstesna semtlerinden biri olan Roksi’de, ya da ona çok yakın bir semtteki evinde uzun bir söyleşi yapmak için bir araya gelmiştik. İhvan cemaatinin sözcüsü ve perde gerisindeki bir numaralı ismi Me’mun el-Hudeybi ile.

Karşımda duran adam da, en az içinde söyleştiğimiz şu tarihi Kahire konağı gibi bir “Mısır klasiği” idi. Ömrünün küçümsenmeyecek bir kısmını hapislerde geçirmiş eski bir yargıç ve mahkeme başkanı olan Me’mun el-Hudeybi, İhvan’a, Hasan el-Benna’dan sonra en netameli, en zor döneminde “Mürşid-i Amlık” yapmış olan Hasan el-Hudeybi’nin de oğluydu.

Bütün bu özellikleri, onu, cemaat içerisinde “yetkin” ve “bilge” bir kişilik olarak öne çıkarmıştı. Çok şey bildiği kesindi, fakat bildiklerinin ne kadarını benimle paylaşabilecekti, işte bunda tereddütlerim vardı. Eski konağın sofasında, babası Hasan el-Hudeybi’nin portresinin altında söyleşirken sözü, cemaat tarihinde dönüm noktaları sayılan ve İhvan’ın tarihi yanılgılarının başında gelen iki olaya getirdim.

Bunlardan biri cemaatin ilk “mürşid”i Hasan el-Benna döneminde gerçekleşen Gönüllü Filistin Tugayları meselesidir. Mısır iktidarı, 1947’de Filistin’de başı darda kalınca, cemaati yardıma çağırır. Yönetim, “vatan-millet-sakarya” nakaratını, tüm duygusal çağrışımlarıyla koro halinde dillendirmektedir. Cemaat üyelerinin kabaran kahramanlık duygularını cephedeki başarısızlığı örtmek için istismar eden yönetim, çoğunluğunu cemaat üyelerinin oluşturduğu Gönüllü Filistin Tugayları’nı cepheye sürer. Göz göre göre ölüm tarlalarına sürülen bu zavallılardan ölen ölür; geriye dönenlere ne olduğunu merak etmiyor musunuz? Tamamı, hapishanelere buyur edilerek taltif edilirler. Çünkü öküz ölmüş ortaklık bozulmuştur; devletin dostluğu köy görünene kadardır.

Cemaat, bunun dışında “devletin gazına” biri 1946, diğeri 1951’de olmak üzere iki kez daha gelmiş; İngilizlere karşı kullanılan “kahraman” İhvan-ı Müslimin üyeleri, problem halledilince, devlet tarafından bir şekilde “halledilmişlerdir”.

Çok ilginçtir; bu dönemde cemaat tarihinde İhvan’a ve mensuplarına adeta bir yok etme politikası uygulayan ve kendisi de, en sonunda canını cemaatten ayrılmış daha radikal unsurların elinde veren Enver Sedat, Mısır İhtilalinin Sırları adlı kitabında İhvan’ın Krallık döneminde iktidar tarafından aldatılışını şu acıklı sözlerle dile getirir: “…Ve halk kendisinin şeref ve özgürlüğünü savunan evlatlarının, günlerini zindan duvarları arkasında geçirmek üzere zincire vurulmuş olarak şehre döndüklerini gördü.”

Bunları yazan Enver Sedat’ın genç bir subayken cemaatin derslerine katıldığı daha sonradan anlaşılacak, cemaate hayatının en büyük darbesi “sapı” kendinden olan bu “balta” tarafından vurulacaktı. Üstad Hudeybi’ye sorduğum ikinci olay da işte bununla ilgiliydi: Kral Faruk’un devrilip monarşinin daha karanlık bir militarizme evrilmesiyle son bulan 1952 Hür Subaylar Hareketi’nde cemaatin rolü.

Muhatabımın babası, cemaatin “mürşid”i olarak bir yandan Kral’la temas yürütürken bir yandan da darbe hazırlığı yapan Hür Subaylar’la temas halindedir. Darbeciler cemaatten tam destek istemekte ve buna karşılık sonsuz vaatlerde bulunmaktadırlar. Cemaat tam destek verir ve darbe yapılır. İlk elde, darbeci subaylar cemaat liderine bir “danışmanlık” kadrosu tahsis ederler. Bu bir yemdir; çok geçmez, 1954 yılında İhvan “devlet”le girdiği çuvaldan ölümüne sokularak çıkar: 26 Ekim 1954: Başta yüzyılın en büyük İslam hukukçularından alim ve fazıl Abdulkadir Avdeh olmak üzere 4 liderin kellesi iptedir. (Ayrıntı için benim İslami Diriliş Hareketleri isimli eserime bakınız).

Hudeybi’ye, bunun tarihi bir hata olup olmadığını, “devlet”le bu kadar içli-dışlı olmanın cemaate ve cemaatin İslami hedeflerine ulaşmasında yarar değil zarar getirdiği görüşünün doğruluğunu sordum. Hudeybi, tabi ki rahatsız oldu; tabi ki babasını savundu, fakat sonuçta, bu tür ilişkilerin “yılanla çuvala girmek” demeye geldiğini de teslim etmek zorunda kalmıştı.

Aynı şey Pakistan’da Ebu’l-a’la el-Mevdudi’nin Cemaat-i İslami’sinin başına da geldi. Uzun hikaye; Mevdudi, Cemaat’i “devlet”le dirsek temasından öte bir noktaya taşıyarak “kurucu” aktörler arasında yer almak ister. 7 yıllık bir çabanın ardından 1956’da anayasa kabul edildiğinde yaşanır ilk hayal kırıklığı. Ama “yılanla çuvala girme”nin ne vahim bir yıkılış demeye geldiği 1970 genel seçimlerinde anlaşılır. Sonuç fiyasko olmasına rağmen ders almayan Cemaat, 1977’deki 9 ortaklı Milli Cephe karmasında yer alır. Bu “iktidar hırsı” Cemaat’in yakasını Ziyaü’l-Hak darbesinde de bırakmaz ve “devlet”e gereğinden fazla sokulmanın bedelini “insandan” ve “insan yetiştirme projelerinden” uzak kalmakla öder ve hâlâ da ödemektedir. (Ayrıntı için bkz. Age.)

Hiç ibret alınsaydı, tarih tekerrür mü ederdi?

( 30 Haziran 1999 )

 

Yorum Yaz