Yorumu cezalandırmak hukukun ruhuna uyar mı?

Gerçekten, birileri bize “Allah sizi ilginç etsin!” şeklinde bir beddua etmiş olmalı. Yoksa bu kadar ilginç olamazdık gibime geliyor.

Olay herkesin malumu: Bir cemaat önderi, bir mevlitte “Deprem ilahi ikazdır” ana fikrini dile getiren bir konuşma yaptığı için mahkûm oldu. Şu anda cezasını çekmek üzere içeride bulunuyor.

Kastımız, yasanın suç saydığı bir fiili övmek değildir. Ama her yurttaş gibi, yorumu cezalandıran yasa ya da yasaların evrensel hukuk normlarına uygun olup olmadığını, uygunsa böylesi bir olayda işletilmesinin bir parça “kanırtma” anlamına gelip gelmeyeceğini sorgulamak ve tartışmak, bizim de hakkımız olsa gerek.

Deprem de; yangın, sel, yıldırım, heyelan, çığ, kasırga ve benzerleri gibi tabii bir afettir. Bu tür olaylar, eğer insanların hayatında kalıcı izler ve acılar bırakmışlarsa, insanlar bunlar üzerinde farklı yorum ve değerlendirmelerde bulunurlar. Sanırım bunda garip olan hiçbir nokta bulunmamaktadır.

Son yaşanan deprem felaketleri bu ülkede derin yaralar açmış ve kalıcı acılar bırakmıştır. Doğal olarak insanlar, bu felaketi kendi bulundukları yerden “okumaya” tabi tutacaklardır. Herkesin okuması, bakış açısına, inancına, âlem tasavvuruna ve hayat tarzına göre farklı farklı olacaktır.

Bir Müslümanın bakışıyla bir gayrimüslimin bakışı ve okuyuşu elbette aynı olmayacaktır. Ya da Allah inancına sahip biriyle, inkârcı birinin olayı algılaması arasında fark bulunacaktır.

Bir Müslüman, deprem de dahil hiçbir olayı, Allah’tan bağımsız algılayamaz ve anlayamaz. Bu onun için bir iman konusudur. Çünkü Müslüman olmak, “Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak” anlamını taşır. Teslimiyet, bir Müslümana hem bireysel ve sosyal barış olan “silm”i getirecek, hem de “ebedi kurtuluş” demeye gelen “selameti”.

Bu teslimiyetin olmazsa olmaz şartı, Allah’tan bağımsız bir varlık alanının olmadığına inanmaktır. Dolayısıyla bir Müslümanın Allah inancı, hayata her an müdahil olan bir ilah inancıdır ve bunun aksi bir inanç ve düşünceyi İslâm vahyi “şirk” olarak niteler.

Şu halde Müslüman olmuş bir akıl, başına ister felaket, ister saadet gelsin, mutlaka bununla Allah arasında bir ilişki kurar. O Allah demenin “anlam” demek olduğuna inanmıştır; onun içindir ki “Allah’sız bir alan” tasavvur edemez. Namazı bunun için kılar, ilahi emirlere ve yasaklara bunun için uyar. Bu onda bir bilinç haline (takva: Allah bilinci) ve hayat standardına dönüşür. Özetle, böyle inandığı için mutlu olur ve bu mutluluğu ebedileştirmenin tek yolunun bu inanç olduğuna iman eder.

Şimdi, meşruiyetini halktan alan ve halk adına yargılayan bir hukuk sistemi, vatandaşlarının kahir ekseriyetinin inancından kaynaklanan böyle bir bakış açısını suç sayarsa, orada tartışılması gereken aslında yasalardan öte hukuk mantığı, hukuk felsefesi değil midir?

Bu bir hukuk krizidir

Olay, “Deprem ilahi bir ikazdır!” diyen bir vatandaşınızı mahkûm edip cezaevine gönderme olayı değildir. “Düşünce suç olur mu?” sorusunu, ya da “Kanaat sahibi olmayı ve bunu ifade etmeyi suç addetmek temel hak ve özgürlüklerle çelişmez mi?” sorusunu geçelim bir an. Zaten tartıştığımız da bu değildir.

Olayın bir hukuk krizine dönüşmesi sonucunu doğuracak vahim boyutu daha farklı. Her bir Müslümanın iman etmeden Müslüman olamayacağı Kur’an; değil beş, on, elli, yüz, belki yüzlerce ayetiyle, kendisine iman eden muhatabına yukarıda suç sayılan yaklaşım tarzını telkin etmektedir.

Bu tahrif olmuş kutsal metinler için de, yani Tevrat ve İncil için de geçerlidir. Esasen dinin özü budur: İnsana şahdamarından daha yakın, aktif, hayata müdahil bir Yaratıcı inancı… Kur’an, yüzlerce ayetinde açıkça dile getirdiği gerçeği, bir dip akıntısı gibi bütün surelerinde muhatabının zihnine adeta kazırcasına işler.

O gerçek, insanla insanı doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen doğal olaylar arasında bağ olduğu gerçeği. Zaten bu gerçeğe inanmıyorsanız, mesela dua etmenizin ne anlamı var? Dua eden her mü’min, bu hakikati tasdik ediyor demektir.

Şu halde, bir mü’min, inancının kendisinden istediği bakış açısını dile getirdiği için cezalandırılıyorsa, o toplumda iki şeyden birinin sorgulanması gerekir: Ya milletin kahir çoğunluğunun inancını oluşturan değerler sistemi ya da kendi toplumunun imanını cezalandıran hukuk sistemi.

Bu bir çıkmazdır. Dahası vahim bir kriz halidir. Yıllardan beri yaşanan başörtüsü sancısının temelinde de aynı yanlış yatmaktadır. Bu sakil bir görüntüdür; halkının inancına karşı savaş açan bir yönetim görüntüsü…

Bu fotoğrafın, bir depremin yerle bir ettiği enkaza dönmüş bir kentin fotoğrafından daha az yaraladığını mı düşünüyorsunuz insanları?

Bu sancıyı ve acıyı ta yüreğinde duyanların iç sızısının, bir depremzedenin iç sızısından daha hafif olduğunu mu sanıyorsunuz?

Ya da bu ülkenin insan kaynaklarının böylesine iç çelişki ve çatışmalarla yok edilmesinin, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yok edilmesinden daha az kayba yol açacağı kanaatinde misiniz?

Sanırım, her şeyi sil baştan tekrar düşünmekte yarar var; çünkü gelinen nokta “denizin” değil, “insanın” bittiği noktadır.

Paranızı kaybederseniz, borçlanarak kredi bulursunuz; peki ya insanınızı kaybederseniz?

IMF, değerlerine karşı savaşılan bu halkın yerine istenilen evsaf ve ölçüde bir halk da verir mi dersiniz?

( 28 Mayıs 2001 )

 

Yorum Yaz