“Yuvaya dönüş” kalbe dönüştür

Bumin “davet etkili” demişti. Ben de buradan söze devam etmek istiyorum.

Ölümler söze vesile. Aslında ölüm hakkında her söylenen söz, fark edilsin ya da edilmesin, hayattakinin hayat hakkında hayattakilere söylediği sözdür.

Biz ölümlüler şu fani dünyada hoş bir seda bırakıp bekâ yurduna gitmek dileriz. Biliriz ki bu kubbede baki kalan hoş bir sedadır. Etkili ve kalıcı söze “kelam” denir. Kimi zaman bir bıçak gibi yüreğe saplandığı, kimi zaman bir neşter gibi yarayı onardığı için. Bu nedenle “kelam”ın kök anlamı “yaralamak, yaraya neşter vurmak”tır.

İsteriz ki sözlerimiz yaraladığı için değil, yaraya neşter vurduğu, onu iyileştirdiği için “kalıcı” ve “etkili” sözler cümlesinden sayılsın. Yarayı iyileştiren her söz “güzel” sözdür. Ve Kur’an der ki: “Bütün güzel sözler Allah’a yükselir ve bütün güzel işleri de o yüceltir.” (35.10)

O’na yükselebilen güzel sözlerin tümü “dua” hükmündedir. Dua ile davet gramatik açıdan ikiz kardeştirler. Her dua Allah’a çıkarılmış bir “davet”tir. Tabiî ki her “davet” de bir dua.

Onun için, “davet etkilidir”. Bu etki usulü ve üslubundan kaynaklanmasa da bizatihi kendinde vardır. Düşünebiliyor musunuz: Siz aranızda hiçbir ilişki bulunmayan biri için “dua” ediyorsunuz. Onu kendi yuvasına davet ederken, bir yandan da bunun dua olarak Allah’a yükseldiğinin bilincindesiniz.

Zorlamıyorsunuz, horlamıyorsunuz, dışlamıyorsunuz, boş vermiyorsunuz.

Zorlamak davet etmenin tam zıddı. Davet etmek, tehdit etmek değil teklif etmektir. Gerisi onun bileceği iş. Sonuçta hidayet, tercihe dayalı bir nasip işidir.

Horlamıyorsunuz, çünkü kişi horladığını davet etmez. Onunla aynı yerde bulunmak istemez. Onunla bir güzelliği paylaşmaya yanaşmaz. Davet Allah katına yükselen bir dua ise, “sevgi” ve “şefkat” de onu yükselten iki kanattır. Bu kanatlardan biri ya da ikisi olmazsa, dua kuşu menziline uçamaz.

Dışlamak şöyle dursun, davet dışarıda kalmasına gönlü razı olmamaktır.

Boş vermek, aldırmamaktır. Ve sanırım insana aldırmamak ona yapılabilecek en büyük hakarettir. Davetin varlığı, ötekinin varlığına aldırmanın en rafine biçimidir.

Şu soru yerinde: İyi de, fikirler farklı, inançlar farklı, yollar farklı, akıllar farklı olduğu sürece davetler de farklı olacaktır. Bu farklı davetlerden onu değil de bunu kabul etmenin tutarlı bir gerekçesi olmalı değil mi?

Evet, “Bana gel! Bize gel!” diyen her davet için bu geçerlidir. Ama bir davet “Kimseye gitme! Kendinde kal! Kendine gel! Kendini bul! Kendini bil!” davetiyse, işte bu farklı bir davettir ve bu davet üzerinde durmak gerekir.

İşin özünde insanlığın ufku peygamberlerin tümünün daveti bundan ibarettir. Vahiyler, insanı hayatın nesnesi olmaktan kurtarıp öznesi kılmak için donatırlar.

Allah’a davet anlama davettir. Çünkü Allah’sızlık anlamsızlıktır. Varlığın istisnası olmayan en büyük yasasının her şeyin anlamlılığı yasası olduğunu bilmeye davettir. Bunun sonucu varlık sorusudur: O halde benim varoluşumun anlamı nedir?

Allah’ı bilmeye ve O’na imana davet, kendini ve haddini bilmeye davettir. Allah huzurunda haddini bilmek, eşya karşısında kadr ü kıymetini bilmek demektir.

Allah’a kulluğa davet, insanı kula ve eşyaya kul olmaktan vazgeçmeye davettir. Her şeyden önce kendi egosuna kulluktan vazgeçmeye davettir.

Ahirete inanmaya davet sorumluluğa davettir. Hayatı hesabı verilebilecek şekilde yaşamaya davettir.

İşte bu yüzden “yuvaya dönüş”, içtimai olarak ait olduğu bütüne, fıtri (ontolojik) olarak “akleden kalbe” dönüştür.

Kalbe dönüş için davet mi gerek?

Keşke gerekmeseydi! Ama öyle değil. Çünkü modern yaşam biçimi, hayatın kalbe açılan damarlarını ha bire kesip koparıyor. O damarlar insanın insanlığına açılan damarlar? O damarlar insanı aşkına bağlayan damarlar? O damarlar bize makine olmadığımızı, dolayısıyla fiyatımızın değil değerimizin olduğunu ihsas eden damarlar.

O damarların koptuğu yerde “İnsan insanın kurdudur” anlayışı hakim oluyor, o damarların çalıştığı yerde “İnsan insanın cennetidir” anlayışı.

O damarların koptuğu yerde adamla at yer değiştiriyor. Adamı at değil atı adam taşıyor, hayat süvarisinin sırtına binmiş bir ata dönüşüyor.

O damarın koptuğu yerde insanın kutsalla olan bağlantısı kopuyor. Kutsalla bağlantısını koparan insanın hiçbir sabitesi kalmıyor. Her şeyi göreceleştiriyor. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü arasındaki fark mahiyet farkı olmaktan çıkıyor. Hayat “ne koysan gider” diyen bir saçmalığa kurban ediliyor.

Kur’an soruyor: “(Ey insanlık ailesi!) Bu kaçış nereye?”

Kur’an cevap veriyor: “(Ey insanlık ailesi!) Allah’a kaçınız!” Yani “size şahdamarınızdan yakın olana”, yani “şahdamarınıza”, yani “kendinize”?

Yüreğine dönen yuvasına dönmüştür.

 

 

Yorum Yaz