Yuvaya Dönüş

“Alkışlamayın, tekbir getirin.” Bu sadece bir vasiyet değil. Bu bir “yuvaya dönüş” hikâyesi.

Cem Karaca bu anlamda bir özel isim değil, bir cins isim; kelimenin hem “seçkin” anlamıyla, hem de “tür” anlamıyla cins.

Ailenin milyonlarca yitik çocuğundan sadece biriydi o. Ama sıradan biri değildi. Onun için menkıbesi dillerde ve gönüllerde yankılandı. Ya menkıbesi hiç duyulmayanlar? Ya kendi menkıbelerini bu toprakların açıktan işlenmiş günahlarına gizlice yapılmış bir tevbe sayıp, ayaklarını vurmadan yola revan olanlar?

Bendeniz onlardan birçoğunun menkıbesine şahidim. Yüreğim onları alkışlarken dilim tekbir getiriyor.

Alkıştan tekbire?

Bu iki kelime, söz konusu menkıbenin nereden başlayıp nereye ulaştığına delil teşkil ediyor. Aslında bu menkıbe sadece Cem Karaca’nın menkıbesi değil, bu ülkenin son yüzyılının menkıbesi.

Önce tekbir vardı. “Allahuekber!” sayhası, tüm seslerin üstündeydi. Bu ses yükseldiği zaman, tüm sesler susardı.

Tekbir bir “herkes yerine” çağrısıydı. Küstahça büyüklük taslayıp kulları kendine kul edenlere bir “haddini bil” çağrısıydı. Kula kul olanlara ise bir “kadr u kıymetini bil” çağrısı.

Bu toprakları “vatan” kılan işte bu çağrıydı. Acılar bu çağrıyla dindirilir, sevinçler bu çağrıyla çoğaltılırdı. Allahuekber kimi yerde sevinç narası, kimi yerde imdat sayhasıydı. Her duyulduğu yere kulak kabartılır, yürek kabartılırdı.

Tekbir, Allah’la insan arasındaki diyalogun anahtarıydı. Doğanlar tekbirle karşılanır, ölenler tekbirle uğurlanırdı.

Ne olduysa oldu, bazılarının hayatında tekbirin yerini alkış aldı. Seküler putperestlik ölümün gür sesini bastırmak için alkışı icat etti. Alkış tekbire alternatif olacaktı. Tıpkı kadim cahiliyye putperestliği gibi, modern versiyonu da alkışa bir “ayin” işlevi yüklemişti. Adeta seküler cenaze namazı yerini almıştı alkış.

Fakat ölüm yine hükmünü icra etti. Yine ölümün sesi herkesten gür çıktı. Ve yine ölüm konuşunca herkes sustu. Çünkü ölümün konuşması, “en büyük olanın” en kesin ve keskin dille konuşmasıydı.

Söylenecek bir şey yoktu. Hiçbir ideolojinin dizlerinde, hayatın maddi sınırlarının ötesine adım atacak derman yoktu. Ölüm gerçeği, tüm efelenmelerine rağmen ideolojilerin cilasını sıyırıp atıyordu. İman fıtri ve varoluşsal bir ihtiyaç olarak insanın karşısına son deminde de olsa çıkıyordu.

Cem Karaca hakikat ve yalan arasındaki farkı çok önceden kavramıştı. Onun için alkışa karşı tekbiri tercih etti. Bu bir sılaya dönüştü, manevi gurbetten sılaya dönüş. Bu Meydan dergisi (Mart 1989) Beri Gel Tanışalım adlı makalemi kapağa taşımıştı. Aynı sayıda Cem Karaca ile “yuvaya dönüşü” üzerine bir söyleşi yayınlanmıştı. Daha sonra Abant’ta karşılaştığımızda o makalenin üzerinde yaptığı etkiyi dile getirmişti. Onda, bu ülkenin yüzyıllık macerasının tecessüm ettiğine tanık oldum. Mustafa Yürekli’nin yaptığı söz konusu söyleşide şöyle diyordu:

“Almanya’da yaşayan bir sanatçı olarak kimliğime yönelik tepkiler bana sürekli ‘Kimim? Neyim? Nereden Geliyorum?’ sorusunu sordurdu… Oysaki ben Türkiye’deyken de yabancı bir unsur gibiydim. Bir de baktım orada da yabancı bir unsur gibiyim… Ben iki ayrı dine mensup bir ailenin çocuğuyum. Annem Hıristiyandır, babam Müslümandır… İngilizce ‘God’ derken hissettiklerimle Allah derken hissettiklerimin farklı olduğunu saptadım. Bu beni çok düşündürdü… Babamın cenazesinde bulunmam lazım. Türkiye’ye gelemem. Beni belki zindan, belki işkence bekliyor. Bir anam var. Kimsem yok. Bu durumda ben herhangi bir ideolojiye sığınamam. Orada kapitalizm, faşizm, komünizm, sosyal demokrasi… Bana güç verecek bir beşeri ideoloji yok. Orada doğrudan doğruya “Allah’ım bana güç ver!’ demek var…”

İşte böyle devam edip gidiyor. Bu entelektüel gurbeti yaşayanlar bilir. Söyleyin bu hikaye sadece onun hikayesi mi? Hayat denizinde kopan her fırtına, insanın yüreğine sürülen sentetik boyaları sıyırıp atacaktır. İşte onu yuvaya döndüren de bu.

Ya ailenin yuvaya hasret diğer çocukları?

Ah, harap olan hane bir onarılsa? Yangın yerine dönen sıla bir âbâd olsa? Ailenin yitik çocukları döndüklerinde kendilerini bekleyen sıcak ve muhkem bir yuva bulsa? Manevi yaralarını saran, kırık gönüllerini onaran şefkatli eller olsa? Onları kınamadan, azarlamadan, suçlamadan bağrına basan kollar olsa?

Alkıştan tekbire yöneliş işte o zaman daha güçlü olacaktır. Bu topraklarda esen ilhad rüzgarları kesildiğinde, ailenin yitik çocukları baba ocağını aramaya çıkacaklardır. Siz ey yitmediğini düşünenler! Buna hazır mısınız?

 

Yorum Yaz