Zıddına dönen bilgi en zararlı cehalettir

Üçüncü Yol” demiş ve bunun için de üç ahlakın gerekliliğine dikkat çekmiştik:

Bilgi ahlakı, yöntem ahlakı, davranış ahlakı. Bunların birincisi olan “bilgi ahlakı”, bilgiye mübîn ve müstakim yollardan ulaşıp, onu sahih ve sağlıklı temeller üzerinde yeniden üretmenin olmazsa olmaz şartlarından biri.

Biz Müslümanlar abdestsiz namaz olmayacağını biliriz ve bu gerçeği “Abdestsiz babana namaz dayanmaz” gibi nükteli bir sözle ifade ederiz. Fakat yine biz Müslümanlar, abdestsiz zihinlerin, sahih eylem üretip üretemeyeceği üzerinde pek durmayız. Kirlenmiş, necaset karışmış ve hatta cenabet olmuş bir bilgiyle “salih amel” üretmeye kalkmanın, abdestsiz namaz kılmaktan farkı olmadığını düşünmeyiz.

Hadesten ve necasetten tahir olmayanın kıldığı namaz kendisini ne kadar kötülüklerden alıkoyarsa, hadesten ve necasetten tahir olmayan bir bilgi de sahibini kötülüklerden o kadar alıkoyar. Zaten, koymadığı da ortada. Sadece kötülüklerden değil, kötümserlikten, kötücüllükten, zihni ve fiili kötürümlükten?

Yunan-Batı aklını temsil eden modernlerin bilgisi hazza ve çıkara dayalı. Onun için hayır getirmiyor. Oysaki Müslümanların vahyin inşa ettiği bir tasavvur ve akılla ürettikleri bilgi hayra ve nef’a (yararlı olana) dayalı idi. Burada “feyz ve bereket”i ifade eden “fayda” ile “bencilliği/egoizmi” ifade eden “çıkar” arasındaki farka dikkat!

Vahyin inşa ettiği model şahsiyet olan Allah Rasulü’nün “Faydasız bilgiden sana sığınırım” duasının hikmeti üzerinde düşünmeli. Özünde faydasız olan veri zaten “ilm” adını almayı hak etmez. Bir de özünde faydalı olup sahibine yarar sağlamayan bilgi var; hadis bu ikisini de kastediyor olsa gerek.

Modernler hazdan yola çıktılar, çıkarı öncelediler. Buradan faydayı ve hatta hayrı elde etmek istediler. Bu onların tek dünyalı düşünme tarzlarından kaynaklanıyordu. Edna (en aşağı) olana en büyük payı verdiler ve varlıklarını ona adadılar, en yüce olanı onun “bonus”u olsun istediler. Bir bakıma, Yunus olmadıkları halde, ‘erik dalına çıkıp, anda üzüm yemek istediler’. Onların yöntemi bilgiden ahlaka doğru idi.

Müslüman akıl ise, hayırdan yola çıktılar, mutlak hayrın “fayda” ve bazen de “hazzı” bir ödül olarak yanında getireceğine inandılar. İşte bu nedenledir ki, zamanın öznesi oldukları çağlarda, ahlaktan bilgiye doğru bir yöntem izlediler. Şimdilerde Müslümanların hayırsız evlatları dahi, ocağından taşıdığı közle aydınlandığı babalarını, ahlaktan bilgiye ulaşma titizliklerinden dolayı ıskaladıkları dünya nimetleri için kınıyor. Ne büyük haksızlık!

Modernlerin bilgisi yalnız hazza değil, aynı zamanda şiddete yaslanıyor. Bugün mutfağınızdaki teflon kap kacaktan mikrodalga fırına kadar, gündelik kullandığınız birçok eşyayı, Pentagon’un kitle imha silahları geliştirmek için yaptığı deneylere borçlusunuz. Kanser riskiniz de bunun promosyonu. Fizik, kimya ve hatta botanikteki birçok buluşun temelinde de, bu görünmez şiddet saiki yer alır.

İslam aklında bilgi haz ve şiddete değil, hayr ve haşyete dayanır. Haşyet, “hayr”a ermek için insanın duyduğu iç ürperti ve soylu endişedir. Sevgiyi sevgiyle Vareden’in sevgisini yitirme korku ve kaygısı yani. İşte tam da bu nedenle Kur’an “Kulları içinde Allah’tan layıkıyla sadece (gerçeği) bilenler sakınır” buyurur. Âlim ve seçkin sahabi Abdullah b. Mes’ud’a “İlim nedir?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermesi de bundandır: “İlim çok şey bilmek değildir, fakat ilim çok haşyet duymaktır”.

Bilenin haşyeti, bilginin sorumluluğu altında tir tir titremesi, içinin ürpermesidir. Bilmek, işte bunun için acıtır ve “Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz” diyen Peygamber, işte bu bakış açısı ışığında anlaşılabilir. Konfüçyüs’ün “cehalet saadettir” ironisi de ancak saadetin “haz”za eşitlendiği “eşek saadeti” çerçevesinde anlam kazanır.

Müslümanlar saati ibadet vaktini tayin için icat ettiler. Ondan bir saatli silah yapmadı, yapmaya çalışmadı. Müslümanların medeniyetlerinin altın çağlarında “silah geliştirmeye” yatırım yapmayıp sanat, edebiyat, imar ve inşa faaliyetlerine yönelmiş olmalarını bilgi felsefelerinden bağımsız olarak yorumlamak mümkün müdür? Sıfırı keşfedip kullanan İslam bilgininin, bu işi, mirasını Kur’an’a göre paylaştırmakta aşırı titizlenen birinin ısrarı üzerine başardığı rivayet edilir.

Bilgi ahlakı, hiç şüphesiz “sorumluluk bilincinin” olmadığı yerde gelişemez. Çünkü “ahlak”tan söz edilen her yerde dolaylı-dolaysız sorumluluk bilincinden söz edilmiş demektir. Allah’a karşı sorumluluk duymak, bu bilincin en yüksek noktasıdır. Çünkü O “el-Alîm”dir, mutlak bilendir. Buna inanmadan bilgiye sahip olmak, parçayı bütün sanmaya götürebilir. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, yanılacak ve bütünü hepten yitirecektir. Bu ise hikmetin yitirilmesidir. Bileni tanrılık iddiasına kadar götürebilir ki, işte bilginin haddini aştığı ve zıddına (cehalete) inkılap ettiği yer burasıdır. Hiçbir cehalet, zıddına inkılap etmiş bilgi kadar zarar veremez. İşte bu yüzden ilmin sigortası bizzat ilmin kendisi değil ahlakıdır. Buna siz “irfan” da diyebilirsiniz.

Tabi ki, bilginin ahlakına sahip olmanın en emin yolu, bilgiyi ahlaka kavuşturan vahye sadık olmaktan geçer. İnzal olmuşa sadakat göstermeyenin sorunu bilgi bilimsel değil varoluşsaldır. Bunu fark edenler, inzal olanın bilgisini ıskalamazlar.

Batı’da doktora yapan gençleri, neden bir iki yıl İslami ilimler okumaya yönlendirdiğim galiba şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Onlara Batı’nın en saygın okulunda yaptığı doktoranın ardından Doğu’nun kadim bir üniversitesinde İslami ilimler okumak için lisans öğrencisi olmaktan kaçınmayan İsmail Raci el-Farukî merhumu örnek veriyorum. Haksız mıyım?

Not: Bu köşenin saygıdeğer okurlarından Esmaülhüsna için iki hafta izin istiyorum.

 

Yorum Yaz