Abant’ta “Demokratik Hukuk Devleti”ni tartışmak

Doğrusu, Abant Platformu’nu oluşturan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yöneticilerinden sevgili Cemal Uşşak 3. Abant Platformu’na davet ettiğinde, çeşitli çekincelerle teklife sıcak bakmamıştım.

Ama Türkiye’nin akliyyet açısından rüşde ermiş insanlarından oluşan platforma katılınca, kendi kendime “iyi ki katılmışım” dedim. Çünkü hem bir şeyler verip zenginleştirdiğimi, hem de bir şeyler alıp zenginleştiğimi düşünüyorum. Zaten aslolan da bu değil mi?

Bu toplantının konusu Demokratik Hukuk Devleti. Geçmişiyle geleceği, tarihiyle talihi, Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalan Türkiye’nin en sıcak gündemi bu. Lale Devri’yle başlayan 280 yıllık Batılılaşma serüveninin “Mecburi istikamet Batı: İleri adım, marş… marş!” komutları eşliğinde, bu ülkeyi eşiğine getirip bıraktığı Avrupa Topluluğuna giriş sürecindeki Türkiye’nin “Zümrüdüanka”sı Demokratik Hukuk Devleti.

Var mı?

“Zümrüdüanka” dedik ya! Açın sözlükleri bakın; tam karşısında “Bir masal kuşu” açıklamasını bulursunuz. Sözlükler yazmaz ama haydi ben mitoloji bilgimi konuşturarak söyleyeyim: Bu masal kuşunun vatanı da “Kaf Dağı” imiş.

İşte bizler bu masal kuşunu (en azından Cumhuriyetinin 76. yılında krizden krize giren saralı ve yaralı Türkiye için bu böyle) bir tabiat harikası olan Abant Gölü’nün kıyısında aradık. Kimimiz bu ülkeyi Kaf Dağı’na götürmeyi, kimimiz ise Kaf Dağı’nı bu ülkeye getirmeyi düşündü: Üsluplar ayrı, düşünceler ayrı, dünya görüşleri ve hayat tasavvurları ayrıydı. Fakat herkesin özlemi tek, amacı tek, arzusu tekti: Bu ülkede insanca, onurlu umutlu ve mutlu bir biçimde bir arada yaşamak.

Abant’ta toplanmış her kesimden aydın ve bilim adamı, tam da İsmet Özel’in dizelerinde olduğu gibi “İçimden şu zalim şüpheyi kaldır / Ya sen gel ya beni oraya aldır” dizelerini kendi yüreği, kendi kavlince dile getirdi.

Bu insanlar arasında Mehmet Aydın’dan Mete Tunçay’a, Hayrettin Karaman’dan Mehmet Ali Kılıçbay’a, Cemil Çiçek’ten Mustafa Erdoğan’a, Soli Özel’den Ali Bulaç’a, hemen her görüşten, her düşünceden insan vardı.

Güzel bir organizasyon örneği veren G.Y.V. Abant Platformu, katılımcıları iki komisyona ayırmış: Birincisi benim de içinde olduğum Tarih-Felsefe-Toplum Komisyonu, ikincisi ise Siyaset ve Hukuk Komisyonu. Keşke, birinci komisyonun adında “Felsefe” yerine “Din” açıkça zikredilse, “Din”, bir başka sözcüğün altında saklanma gereği duyulmasaydı.

Cuma gün komisyonlar kendi başlarına belirlenen alt başlıkları tartıştılar.

Bizim komisyonun en çok tartışılan konularından biri, tahmin edileceği gibi “İslâm-demokrasi ilişkisi” idi. Komisyonun ilahiyatçı ağırlıklı olması “Bay Muhalif” Kılıçbay’ın kimi zaman dozu kaçan eleştirilerine maruz kalsa da, bence katılımcıların ihtisas alanından kaynaklanan doğaçlama bir şeydi ve (yine bence) hiç de korkulacak bir şey değildi.

İslâm ve Demokrasi

En korktuğum şeylerden biri, mahiyetleri itibarıyla birbirinden ayrı düşünülmesi gereken İslâm ve Demokrasinin birbiriyle karşılaştırılması, kıyaslanması, üst üste getirilerek çakıştırılması ya da karşı karşıya getirilerek çatıştırılmasıdır.

Bir kere İslâm bütüncül bir inanç sistemidir ve kaynağı ilahidir. İslami bilgi sistemi, meşruiyetini vahiyden alır.

 

Demokrasi ise en yaygın ve makul tanımları dikkate alırsak bir siyasal rejim, bir yönetme tarzı ve üslubudur. Dolayısıyla kaynağı açısından beşeri, dünyevi ve değişkendir. En öncelikli, yaygın ve kabul görmüş ilkeleri “hukukun üstünlüğü” ve “temel hak ve özgürlükler”dir. Bu insani değerleri öncelemeyen ve garantiye almayan bir sistemin adı Demokrasi olamaz. Bu ilkeler bazında Demokrasiyi İslam’ın hasmı ya da karşıtı sanmak elbette bu ikisini de bilmemek demektir. Bildiğim kadarıyla -Militan Demokrasi’nin (!) yılmaz –mücahidi- Vural Savaş da böyle inanmaktadır. Bu düşünceye göre bir Müslümanın demokratça davranması ya da bir demokratın Müslüman olması mümkün değildir.

Bunun karşısında bir Din olan ve kaynağı ilahi olan İslam’la bir yöntem olan ve kaynağı beşeri olan Demokrasiyi birbiriyle örtüştürmek, aynı saymak ya da birbirinin yerini tutan şeyler sanmak da en az yukarıdaki kadar yanlıştır. Demokrasinin “hukukun üstünlüğü”, “insanın temel hak ve özgürlükleri” gibi hedefleri, İslam’ın da toplumsal hedefleri arasında yer almaktadır.

Aslolan şu sorunun cevabını doğru verebilmektir:

Biz Demokratik değerleri üretecek miyiz tüketecek miyiz?

Eğer tüketeceksek mesele yok: Gider, Batı’nın kapısında kuyruğa gireriz; o da ihsan buyurur, insafa gelir bize Demokrasi lütfederse, onu kemal-i âfiyetle tüketir, bitince bir daha boyun büküp Demokrasi dileniriz. Yok üreteceksek, o zaman iş değişir: Hiçbir toplumun tarihsel tecrübesi bir başka topluma aynen aktarılamaz. Ya ne yaparsınız? O hedefi de aşan değerleri kendi dinamiklerinizden yola çıkarak üretmeye ve -iyinin- alternatifi olan -daha iyiyi- bulmaya çabalarsınız. Umarım bundan, bu ülkenin yönetimini ülkenin asli sahibi olan halka teslim etmemekte direnen sahte Demokratların “Bize özgü Demokrasi” sahtekârlığına prim çıkarılmaz.

Bu bir medeniyet perspektifi sorunudur. Eğer aidiyet duyduğunuz bir medeniyetiniz varsa, “Nereden başlamalı?” sorusunun cevabını bulmanız hiç de zor değildir yeter ki “Nerede kalmıştık?” sorusuna doğru dürüst cevap verin.

Abant’tan nakledeceğim pek çok şey var. Ancak, Abant Toplantısı vesilesiyle bir kez daha tespit ettiğim bu ülkeye ait şu gerçekler, okuyucularımla paylaşacaklarımın başında gelmektedir:

  1. Bu ülke bir idrak hastası gibi kendi beynini yiyerek ayakta kalacağını sanmakla kendisine en büyük kötülüğü yapmaktadır.
  2. Bu ülkenin hazine değerinde bir insan ve düşünce potansiyeli vardır, fakat bu potansiyel yönetici irade tarafından kasıtlı olarak atıl halde tutulmaktadır.
  3. Bu ülkenin birbirine en zıt uçlardaki insanları dahi uzlaşabilir, barış içinde birlikte yaşayabilir; sorun Devlet’in kendi yurttaşlarıyla ve onların değerleriyle uzlaşmak isteyip istemediği sorunudur.

( 24 Temmuz 2000 )

 

Yorum Yaz