Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır

Dürüstçe itiraf edelim: Biz insanlar, bütünü göremeyiz. Yetersiz ve sınırlıyız.

Parçayı görürüz. Bireysel ve kolektif hafızayı yardıma çağırarak ‘tezekkür’, bilinenden bilinmeyeni çıkararak tedbir üretmek için “tedebbür”, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağ kurmak için “taakkul”, bütün bunlardan ürettiğimiz pratik çözümleri şimdi uygulamak için “tefakkuh” gibi bütün düşünsel faaliyetlerimizi ifade eden ‘tefekkür’ faaliyetimiz sayesinde parçadan bütüne ulaşmak için çabalarız. İsabet kaydederiz ya da edemeyiz, o ayrı.

Bazen parçayı görüp telaşa kapılırız. Bilmeyiz ki, bizi telaşa sevk eden parça bütün içinde güzel durmaktadır. Onu ait olduğu bütün içinde algılayabilsek, o zaman bırakın telaş etmeyi, sevineceğiz bile. Hazzımıza mani olan her şeyin hayrımıza da mani olmadığını hayranlıkla göreceğiz. Fakat insan bu, kibrit çöpünü gözüne dayayınca arkadaki koca ormanı gözden kaçırabiliyor. Parçaya odaklanınca bütünü ıskalıyor. Parçada kötü gibi görünenin bütünde güzel durabileceğini unutuyor.

Bazen de parçayı görüp sevinçten uçarız. Oysa bizi sevinçten uçuran o parça, hiç de hayrımıza değildir. Eğer o parçayı ait olduğu bütün içinde görebilseydik, sevinmeyecek bilakis üzülecek, telaşa kapılacak, kaygılanacaktık. Parçalardan yola çıkarak büründüğümüz her iki hal de yetersizliğimizin ve sınırlılığımızın eseridir. Her iki tavır alış da gerçeğe tekabül etmeyebilir. Geleceği (bedenin ve ruhun istikbali anlamında) okuyamadığımız sürece, bu böyle olacaktır.

Elbette bu endişe verici bir durum. Fakat bir insanlık hali bu ve insan insan kaldığı sürece bu sorun sürecek. Bu sorunun kesin tek çözümü var; “bütünü görene teslim olmak”. Zaten İslam bunun adıdır. İnsanlığın değişmez değerler sistemine verilen bu ad, insan türüne ilişkin bu yapısal probleme de zımni bir atıf içerir.

Biz görmüyoruz ama bütünü gören biri var. Sadece sonsuz ilmiyle bütünü gören değil, sonsuz kudretiyle bütünü kuşatan biri O. İşbu nedenledir ki, bütünü anlama çabamız, aslında Allah’ı anlama çabamızdır. Ariflerin ıstılahında sık kullanılan “marifetullah”, aslında “Allah’ı bilme ve tanıma”nın da ötesinde, “Allah’ı anlama” çabasını ifade eder.

Biz Müslümanlar, insanın Allah’la ilişkisini “kölelik” veya “memurluk” değil “kulluk” ile ifade ederiz. İnsanın Allah’la ilişkisinde, “Tak diye emreder şak diye yaparız” biçiminde bir yaklaşım, Allah’ı anlama çabasını dışlayan sorunlu bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sahibi hiçbir zaman “hayret makamına” erişemeyecek, Allah’ı anlayamayacaktır.

Biz Müslümanlar Allah’ı anlama çabamızı dondurduğumuzdan beri, hayatı da anlama ve anlamlandırma çabamızı dondurmuşuz. Zamanın öznesiyken nesnesi oluşumuz biraz da bu yüzden. Elbet, doğru anlayıp anlamlandıramadığınız bir zamanın nesnesi olmaktan başka çıkar yolunuz kalmaz.

Bu köşede “yorganı atmadan olmaz” demiştim. Yine diyorum: O yorgan orada durduğu sürece hiçbir sahte devin foyasını meydana çıkarıp, maskesini düşüremeyiz. Yorganın altında yatan devin çocuğu değil, kendisi. Yorgandan taşan “büyük” ve “kocaman” ayaklar da iddia edildiği gibi “çocuğun” ayakları değil. Bu bir numaradır. Görene, “Çocuğu bu kadar büyükse babası kim bilir ne kadar büyüktür” dedirtmek için hazırlanmış bir mizansendir. Bizi tasavvurumuzdan vurmak isteyenlerin oyunu bu. Tasavvurda kaybeden, hayatta kazanamaz.

Haktan yanaysak, haklıysak, Hakk’ın yanındayız demektir. Çünkü el-Hak haklının yanındadır. Haklı olduğunu söyleyip Hakk’a karşı gelenlerin duruşu ne kadar abes ise, Hakk’ın yanında olduğunu iddia edip de haklıdan yana olmamak da o kadar abes bir duruştur. Abesle iştigal etmeyeceksek, “tarafımız” belli olmak zorundadır. İbrahim’in ateşine su taşıyan bir güvercin, ya da üfleyen bir yılan?

Hakk’ın yanında olanlar, Hakk’ı anlama çabasını sürdürmekten asla geri durmazlar.

Allah âlet olmaz, âlet eder. Cilve-i Rabbânî’yi bilenler, O’nun “ihmal” etmediğini sadece “imhal” ettiğini (süre tanıdığını) de bilirler. İlahi geleneği (sünnetullah) bilenler, telaş etmezler, hayret eder ve her yeni gördükleri ve yaşadıklarında O’na hayranlıkları artar. “Sen pek yücesin Allah’ım!” derler.

Parçada kötü görünen, bütünde mükemmel durabilir. Bendeniz Hz. Peygamber’in şu ifadesini, onun Allah’ı anlama çabasının bir uzantısı olarak görürüm: “Allah dilerse dinine bir kafir eliyle yardım eder.”

Fakat bu durumda asıl sorulması gereken bir soru var: Allah, Müslümanlar dururken kendi dinine neden bir kafir eliyle yardımı tercih eder? Bunun sebebini Müslümanların duruşunda (duruşsuzluğunda) aramak, daha isabetli olsa gerektir.

Her halükarda, Müslümanların içinde karada gemi yapmayı sürdürenler bulundukça, Müslümanların durumu gemi yapan Nuh’un durumu kadar vahim ve tehlikeli olacaktır. Tabi ki bu tehlike hasımlarının ‘evhamından’ öte gitmeyecektir. Çünkü “hani bunun denizi” diyenler, suların da bir Rabbi olduğunu unutanlardır.

Nuh’la alay eden kefere taifesi, “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler”.

Siz siz olun, “imkansız” lafını kullanmadan önce, Allah’ı hesaba katın.

Zira Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır.

 

Yorum Yaz