Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır

Bir “insanoğulları tarihinden” söz ettiğimiz gibi, bir “itoğulları tarihinden” söz edemiyoruz.

Çünkü böyle bir tarih yok ve ne kadar güçlü kasları, ne kadar keskin dişleri ve tırnakları olurlarsa olsunlar, ne kadar yüksek sesle havlarlarsa havlasınlar, köpekler tarih yazamayacak. Demek ki biyolojik bir varlığa sahip olmak bir tarihe sahip olmak için yeterli değil.

Bir itoğulları tarihi olsaydı, bu tarihin eksenini sanırım “kemik kavgası” oluştururdu. Ama insanoğulları tarihinin eksenini kemik kavgası oluşturmaz. Bunun böyle olduğunu îmâ edenler, hatta söyleyenler, insanı biyolojik boyutuna indirgeyenlerdir. İnsanoğulları tarihinde iman-inkar, iyi-kötü, hak-batıl, zalim-mazlum eksenli kavgalar olduğu gibi kemik kavgaları da olmuştur. Fakat bu tedenni ve tekellüb (alçalış ve köpekleşme) dönemlerini insanoğulları tarihinin geneline teşmil etmek yanlış olur.

Tarihe sahip olmak, zamanın nesnesi değil öznesi olmaktan geçiyor. Biz insanları zamanın öznesi kılan kas gücümüz ve cüssemiz değil. Kendi varoluşumuzun farkında olacak, onu anlayacak ve anlamlandıracak yetilerle donatılmış olmamız.

İnsan ne zaman kendi varoluşu üzerine yoğunlaşsa, iki temel meseleyle yüzleşmek zorunda kalır: Güvenlik ve özgürlük. İnsan güvenliğini tehlikeye atmadan özgürlüğünü, özgürlüğünü tehlikeye atmadan güvenliğini nasıl sağlayacaktır?

İnsan kendini varlığın merkezine yerleştirdiğinde, güvenliğini kendi elleriyle yok etmektedir. Bu küstahça bencilliğinin en büyük zararını yine insan görmektedir. Kula kul olma veya insanı kendisine kul etme süreçleri hep bu küstahlığın sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Güvenliği göz ardı edilmiş özgürlük tutkusu sahte bir tatmin hissi verse de, sonunda elde özgürlük de kalmamaktadır. Bu sahte tatmin insanı kendi kendine yettiği kanaatine sürüklemektedir. Oysaki kendi kendine yetmek, insanoğlunun söyleyeceği en büyük yalandır.

Küstahlaşan galiplerin yalanı kendi kendine yetmektir.

Bu yalan onları sahte tanrılık iddiasına kadar götürerek firavunlaştırır. İç ve dış şeytanları onlara özgürlük ve güvenlik sorununu Allah’tan bağımsız çözecekleri yalanını telkin eder. Onlar da öyle zannederek bu tuzağa düşerler. Adalet onlar için göz ardı edilebilecek bir fantezidir. Dolayısıyla “mizan”sızdırlar. Mizansız, yani dengesiz, ölçüsüz, kadersiz, kısmetsiz, şirazesiz, metresiz, kilosuz?

Ya mağlupların yalanı? Onlarınki de kendilerine kimsenin yetmeyeceğini düşünmektir.

Umutsuzluk bu yalanın sonucudur. Gerçek sabırsızlık umutsuzluktur. Umut iradenin çocuğudur. Umut ölürse, iradenin eli kolu dökülür. Çocuğunu öldüren anasını ağlatır.

Kur’an’da “inşallah” (Allah dilerse) üzerinde sıkı durulur. Bunun nedeni sadece muhataplara dil alışkanlığı kazandırmak değildir elbet. Hatta bu “inşallah”ın etkisini zayıflatan bir nakarata dönüştüğü için eleştirilebilir de. Fakat Kur’an’ın “inşallah” üzerindeki bunca ısrarının sebebi, Allah yokmuş gibi düşünmemizin ve konuşmamızın önüne geçmektir.

Ne yapacaksan yap, fakat “Allah yokmuş gibi konuşma!”

Kaygılan, endişe et, hüzünlen, ıstırap çek. Fakat asla Allah yokmuş gibi düşünme, konuşma! Aksine “Allah elde var Bir, gerisi sıfır olsa ne yazar!” de. “Bir âh ile bu âlemi viran ederim ben” diyen diri bir bilinci, ancak böyle diyen biri anlar.

Allah Resulü Hendek Savaşı’nın en dehşetli günlerinde ashabına yeryüzünün en büyük iki imparatorluğunu vaat ediyordu. Bunu söylediğinde kendi sayılarının tam on katı kadar düşman önden kuşatmış, Müslümanların kadınlarını ve çocuklarını emanet ettikleri müttefik Yahudi kabile ise en zor zamanda ihanet ederek arkadan hançerlemişti. Hz. Peygamber bu vaadi verirken kalbi hastalıklı olanlardan biri “Biz tuvalete gitmekten bile acizken, şunun söylediğine bak!” diyordu.

Belli ki Allah yokmuş gibi düşünüyor ve konuşuyordu bu kalbi hastalıklı adam.

Abdullah b. Mes’ud, Bedir’de göğsüne oturduğu yaralı Ebu Cehil’e öyle diyordu: “Hak galiptir, mağlup olmaz.”

Hak ve hakikat özü itibarıyla galiptir. Şu sebepler dünyasında onu savunduğunu söyleyenler mağlup olabilirler, alta düşebilirler. Bu hakikatin mağlubiyeti anlamına gelmez. Bir hakikatin hakikat oluşunu, sosyal siyasal ve askeri olaylar belirlemez.

Varlığın yasasıdır çift kutupluluk. Parçada kötü gözüken ait olduğu bütün içinde iyi olabilir. Yine parçada iyi gözüken ait olduğu bütün içinde kötü olabilir. Aslolan parçayı bütünden kopuk algılamamak, onu ait olduğu bütün içerisindeki yerinde görmektir.

Bunun için şart olan şey belli: O’nun gör dediği yerden bakmak. Oradan bakanlar, Allah yokmuş gibi konuşmazlar.

Yorum Yaz