Ankara dükalığ

Vakit’in Meclis Muhabiri Taceddin Ural’ı tanıyanlar bilirler. Gayretli, ferasetli, himmetli ve hizmetli bir gazetecidir.

Yayıncısıyla birlikte bir Cuma namazı öncesi, odamda, bana uzattığı kitabın bu kadar içerikli olduğunu tahmin etmiyordum doğrusu.

Kitabı şöyle bir “arşınlayayım” dedim, baş edemedim. Okurlarıma şu bahar aylarında sıkmadan okunacak bir eser tavsiye ettiğimi, okuyunca anlayacaklardır.

“Ankara Dükalığı’nı kitaptan mı öğreneceğiz?” derseniz, haklısınız derim. Biz bu dükalığın ne düklükler yaptığını yaşayarak öğrendik. Bir şiirimde “Ey cehennemin bacası/Ankara/En kara/Yarasın” derken bunu kastediyordum.

Fakat Ankara dükalığını öğrenmek için bir ömür yetmez. Siz DP döneminde bir katakulliye getirilerek çıkarılan 5816 sayılı “Atatürk’ü koruma kanunu”nu bir Yahudi’ye borçlu olduğumuzu biliyor muydunuz? Meğer bu kanunun perde gerisinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde ders veren Yahudi Prof. Ernst Hirsch’in emeği varmış. Şu anekdotu okuyun:

“1933’ten 1952’ye kadar Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler veren Prof. Ernst Hirsch’e, Türkiye’de bulunduğu son yılında adını vermediği DP’li biri gelmiş ve Atatürk’ün heykellerine yönelik saldırıların arttığını, bu nedenle onu koruyacak bir kanun hazırlamak istediğini söylemiş. Ancak bizzat Atatürk’ün hazırlattığı 1924 anayasasının kişiye özel kanun çıkartılmasını yasakladığını anlatan DP’li, Hirsch’ten buna bir çözüm bulmasını istemişti. Hirsch de hukuk açısından artık Atatürk diye bir kişinin bulunmadığını, tasarıdaki ceza önlemleriyle Atatürk’ün maddi kişiliğinin değil, onun manevi hatırasını zedelemeye yönelik hareketlere karşı halkın ona saygısı korunacaktır mealinde bir yorum yapmıştı.”

Dünya hukuk literatüründe eşi benzeri bulunmayan yasalara biz, işte böyle zeki Yahudiler sayesinde kavuştuk. Onun bu iyiliğini nasıl unutalım?

Kemalistlerin “asr-ı saadetini” bilirsiniz. Şeflik dönemi. Gedikli Kemalistler o dönemi bir anar, iki âh ederler. Utanmasalar hüngür hüngür ağıt yakıp ağlayacaklar. Bir anlamda o devrin “saadet asrı” olduğu doğrudur da. Elbette millet için değil, sadece bazıları için. İşte Kemalizm’in “asr-ı saadetinde” kimlerin nasıl mesut ve bahtiyar olduğuna bir iki örnek:

“Atay, Meclis’in bugünkü yerine yaptırılmak istenmemesi nedeniyle 20 bin liraya mal olacak istimlak bedelinin birkaç sene sonra 2,5 milyon liraya gerçekleştiğini söyler.”

Tek Partili yılları “asr-ı saadet” olarak âhu vah ile ananlar, 20 binlik araziyi millete 2,5 milyona kakalayanların torunlarıdır. Ey millet, şimdi bunlara “haksızsınız” diyebilir misiniz?

Alın bu da “bal tuttum parmağımı yaladım” demek için balı el ve ayak parmaklarının tümüyle birden kavrayan takımına ait bir not: “Mustafa Kemal’in yaveri Salih Bozok, dört bin liraya aldığı bir araziyi, kısa bir süre sonra Evkaf’a (vakıflar) seksen bin liraya satmıştı.”

Şu ünlü “Tek Adam” kitabının yazarı ve şeflik devrinin müfettişi Şevket Süreyya, Kemal Paşa’nın yakın dostlarından İstiklal mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin (Altmur Kılıç’ın değerli pederleri oluyor) kirli çamaşırlarını seriyor: “Hakikaten benim çıkardığım dosyaları arasında çok çirkin suiistimaller vardı, Ermenilerle, bilmem nelerle falan…”

Rum ve Ermeni azınlıklardan geriye kalan devlet bütçesine eş topraklara konan yeni rejimin sadık adamlarının Ermeni ve Rum düşmanlığının arkasında yatan gerçek sebebi de anlatıyor bu. İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’nde verdiği ilginç bilgiye göre (s. 287) bu araziler kurtuluş savaşında şehit düşen askerlerin ailelerine dağıtılsın diye teklif edilmiş, fakat Kemalistler buna hiç iltifat etmemişlerdi.

Yine Kemalizmin “asr-ı saadetine” ait bir klasik: “Arif Oruç, otuzlu yıllarda Ankara’ya 130 milyon lira harcandığını ve bunun 70 milyon lirasının komisyon olarak önde gelen zevata dağıtıldığını iddia eder.”

Ankara Dükalığı’nı tanıtalım dedik daha ilk yılların “düklüklerinden” örnekler verirken yerimiz bitti. En iyisi siz kitabı alıp okuyun.

 

Yorum Yaz