Araftakiler

Yürek Fethi”nde sık dile getirdiğim bir tavsiye vardır:

“Bu ülkede, dini, dinin dostlarından değil de düşmanlarından öğrendiği için, dine düşman olan veya mesafeli duran kimseler hakkında hüküm vermeyiniz. Ne zaman ki onlar dini dinin dostlarından öğrenir yine de düşmanlıklarını sürdürürlerse, o zaman onlar hakkındaki kesin hükmünüzü verebilirsiniz.”

Burası kurban kuşakların ülkesi. Allah’la ilişkisini kesip koparmış iktidarlar gelip geçmiş bu ülkede. Dinle ilgili herkes ve her şeye düşman gözüyle bakılmış. 40’lı yılların başında Hz. Peygamber’in hayatını anlatan masum bir kitap basmak için Matbuat Umum Müdürlüğü’ne başvurulduğunda, kurumun başı, dini içerikte hiçbir yayına izin vermeyecekleri ihtarında bulunuyordu.

Bu ülke, camilerinin tahıl ambarı, hatta ahır olarak kullanıldığı zamanlara şahit oldu. Tarihi eserlerinin alınlarındaki madalyon tuğraların devrim aşkına kazındığına şahit oldu. İnanmayan Sultanahmet Meydanı’na bakan Türk Edebiyatı Vakfı’nın bulunduğu binanın alınlığına baksın. Tarih cinayetinin suç delili orada duruyor.

Attila İlhan ilk ezanı 11 yaşında duyduğunu söyler. Ezansız bir ülkede mi yaşadı bu kişi? Elbette hayır? Fakat yaşadığı ülkenin ezansızlaştırılan semtlerinde, şehirlerinde yaşadı. Ankara şehir planı yapılırken, dinden arındırılmış bir şehir düşlendiğini anılardan öğrendik. Tıpkı Enver Hoca’nın Tiran’ı, Stalin’in Moskova’sı gibi. “Mabetsiz şehir” koymuşlar adını. Nice sonra Ankara’nın bu makus talihini “Kocatepe Camii” projesi yıkacaktır.

İşte böyle bir sürecin sonucunda orta çıktı raftaki nesiller. Bir avuçtular ama iyi eğitimliydiler. İsmet Özel’in mısralarından ilhamla konuşursak “Cumhuriyet’in kuluydular”. Ama cumhurun efendisiydiler. Yerlilere değil kovboylara aittiler. Onun için de şanslıydılar.

Koca bir ülke, öz halkının elinden söke söke alınıp onların ellerine emanet edilmişti. Onlar da kendilerine emanet edilen bu ülkeyi, düşman bellediklerinden koruyup dost bellediklerine ikram ettiler. İslam’ı ve Müslüman’ı düşman bellemişlerdi. Öyle öğretilmiş, öyle okunmuştu kulaklarına. Onlar da, ülkeyi bu düşmandan korumak için canla dişle mücadele ettiler. En sevdikleri İslam, ölü İslam idi.

Bu zümreden kimileri, İslam’a cepheden saldırdı. Kimileri münafıklığı tercih etti, içeriden saldırdı. Kimileri, İslam’ı terk ettiğini ve Müslüman olmadığını açık yüreklilikle dile getirdi. Kimileri, bu medeni cesareti göstermek yerine inkarını gizledi.

Ama bunların dışında bir üçüncü sınıf daha çıktı. Benim Araf’takiler dediğim bu sınıfın tipik özelliğini, İsmet Berkan’ın Radikal’de yer alan şu açık yürekli ve samimi satırlarında bulabilirsiniz. Sayın Berkan ebeveyninin dindar olmadığını, onları namaz kılarken görmediğini, büyükbabasının da dinle alakadar olmadığını, sadece büyükannesini namaz kılarken gördüğünü söylüyor ve sözü kendisine getiriyor:

“Ben ise dine inanmıyorum ama bu kültür içinde yetiştiğim için istemesem de biraz kaçınılmaz bir biçimde Müslüman’ım.”

Bu sözlere ilişkin bir takdir, bir de tashihim var. Bu, bir yanıyla samimi bir itiraf. O yönüyle Berkan’ı takdir ediyor, onun imana ermesi için dua ediyorum. Ötesi kendi bileceği bir iş, bana bir şey düşmez. Kur’an Müslüman’a “Sizin dininiz size, benim dinim bana” demeyi telkin eder.

Tashihime gelince. Bu sözler, derin bir iç çelişkiyi bünyesinde barındırıyor. Bu açıdan üzerinde iyi durmak gerek. Çünkü bu sözler her ne kadar bir kişiye aitse de, aslında bu ülkede sayıları azda olsa var olan bir zümrenin İslam’a karşı konumunu ifade ediyor. Yani, sadece Sayın Berkan’ı değil, benim Araf’takiler adını münasip gördüğüm bir “kategoriyi” ifade ediyor.

Önce o yaman, hem de pek yaman çelişkiye dikkat çekelim: Dine inanmamak, fakat o kültür içinde yetiştiği için kaçınılmaz biçimde Müslüman olmak.

Yanlış 1: “Müslüman”lık, her önüne gelenin içini doldurduğu içi boş bir kavram değildir. Bu kavram İslam’a ve Kur’an’a ait bir kavramdır ve içini de Kur’an doldurmuştur: “Allah’a kayıtsız şartsız eslim olan” anlamına gelir.

Yanlış 2: “Dine inanmıyorum ama Müslüman’ım” demek, bir omletin “Ben yumurtasız omletim” iddiası kadar mantık dışıdır. Bunun Türk açığı “Ben omlet değilim” demektir. Attila İlhan da bu çelişkiye gömüldü. Buna “Ne var bunda canım, adam ‘Ben kültürel Müslüman’ım’ demek istiyor” diyorsa, bu dinin değil, sosyolojinin konusudur. Fakat din bunu reddeder. Çünkü İslam, teslimiyettir. Adı gereği, birinin kendisi hakkında ne dediği değil, Allah’ın onun hakkında ne dediği geçerlidir. İnanmadan Müslüman olma iddiası, imansızlıkla Müslümanlığın telif edilebilir olduğu anlamına gelir. Bir şeyin hem sıcak hem soğuk, hem aydınlık hem karanlık, hem hak hem batıl olduğu iddiası mantıken ne kadar tutarlıysa, bu da o kadar tutarlıdır.

Yanlış 3: “İstemesem de… Müslümanım”. Hayır, milyon kere hayır. İstemeden, yani zorla veya zorunlu olarak Müslüman olunmaz. Çünkü İslam bilinçli ve iradeli bir tercihin adıdır. Allah insana inkar etme özgürlüğünü vermiştir. Berkan İslam’ı oryantalistlerin binde biri kadar olsun tanısaydı, istemeden Müslüman olunamayacağını bilirdi.

Bütün bu kafa karışıklığı, kavram karmaşasına yol açıyor gördüğünüz gibi. Kavram karmaşası, kelimelerin anlamlarının “toplumsal uydaşım” sonucu olduğu genel kuralını ihlalin eseridir. O halde, önce “dile saygı” çağrısı yapmak lazım. Demek ki, kelimelere saygılı olunmadan, inançlara da saygılı olunamıyor.

 

Yorum Yaz