Avrupa Birliği’nden Korkmuyorum, Ama…

Dün Helsinki’de açıklanan, Türkiye’nin AB üyeliğine eşit aday olarak kabul edildiğinin ilanı, Tanzimat’tan bu yana Türkiye’nin yöneldiği istikametin doğal bir aşamasıydı. Hatta geç kaldığı bile söylenebilir.

Dün Helsinki’de açıklanan, Türkiye’nin AB üyeliğine eşit aday olarak kabul edildiğinin ilanı, Tanzimat’tan bu yana Türkiye’nin yöneldiği istikametin doğal bir aşamasıydı. Hatta geç kaldığı bile söylenebilir.

İşin garibi, bu ülkenin kadim kıblesini Batıya çevirip istikametini saptıranlar, kafadarlarının 150 yıldır canla başla kavgasını verdikleri Batılılaşmada yolun sonuna gelindiğine o kadar da sevinmiş görünmüyorlar.

En azından şunu söyleyebiliriz: Dünküleri haydi bir yana bırakalım, Batıcılığın günümüzdeki temsilcilerinin Batıcılıklarında dahi ‘takiyyeci’ oldukları ortaya çıktı. Türkiye’yi koca bir kapalı havzaya çevirip, kurdukları soygun ve yağma düzeni sayesinde palazlananlar, becerebilseler (“utanmasalar” demiyorum, çünkü utanacak bir yüze sahip olmadıklarını biliyorum) helvadan putlarını acıkınca yiyen Mekke putperestleri gibi tüm putlarını yiyecekler. Fakat, görünen o ki artık iş işten geçmiş durumda.

Avrupa Birliği’nden korkmadığımı söyledim. Onlardan, laikçi kemalistler korksun. Çünkü artık, kemalizmin ardına sığınıp soygun, vurgun, talan, hırsızlık, arsızlık, yüzsüzlük yapamayacaklar.

Dahası kemalizm diye bir şey kalmayacak. Çünkü, Batıcılar şimdiye dek yaptıkları tüm zorbalık ve ahlaksızlıkları “çağdaşlık, laiklik, uygarlık, ilericilik” adına yapıyorlardı. Su gelince teyemmüm nasıl bozulursa, aslı gelince sahtesinin hükmü de kalkmış olacak. Milletin malını soyup yakayı eleverince “Ben Atatürkçüyüm, laikim” yollu açıklamaları efendileri olan Batılıları ikna etmeye yetmeyecek.

Aramızdan müsveddeler çekilecek, biz onların asıllarıyla karşı karşıya kalacağız. Aslı dururken, çok kötü kopyalarıyla uğraşmaktan iflahımız kesildi. Ağayla oturur konuşuruz, fakat kapısındaki çomarıyla oturup konuşmak ne mümkün? O bir tek şey biliyor: Paçamıza saldırmayı.

Türkiye’nin 150 yıllık Batılılaşma süreci Avrupa Birliği’ne girişle tamamlanmış olacak. Kemaluhu zevaluhu: Bir şeyin zirvesi onun sonudur. Fakat, zaman devam edecek ve toplum kendisine yeni bir hedef tayin edecek. Bu hedef belki bu 150 yılın rövanşı olacak. Kimbilir, belki yepyeni ve aydınlık bir istikamet açısının startı verilecek. Tarihin yasasıdır:

“Ve tilke’l-eyyam nudaviluha beyne’n-nas: Bu alt-üst oluş dönemleri… biz onu insanlar arasında döndürür dururuz.”

AB’a üyelik sürecinde İslam’ın geleceği

AB sürecinde, Türkiye’deki İslam adına kimse endişe etmesin. Onun koruyucusu sözgelimi toplum olarak biz olsaydık, İslam çoktan tarihin çöp sepetini boylamıştı. Fakat onun koruyucusu, başta Türkiye toplumu olmak üzere, yeryüzündeki hiçbir fert, soy, boy, ulus, devlet ve millet değildir. O hayatiyetini ve cazibesini dışından değil bizzat kendi özünden alır. Eğer savaşarak yeryüzünde herhangi bir yerde İslam bitirilmiş olsaydı, bu ülkede bitirilirdi. Görmüyor musunuz, budandıkça daha gür ve gümrah geliyor? (“Ya Endülüs?” dediğinizi duyar gibiyim; fakat o bahs-i diğer.)

İslam, Batı’ya doğru yürüyüşüne daha peygamber hayattayken Tebük savaşında başladı. O günden bu yana, sadece toprakları değil, yüz milyonlarca yüreği fethederek Batı’ya doğru yürüyüşünü sürdürdü. 1400 yıllık tarihimiz, zaferlerin ve başarıların olduğu kadar yenilişlerin ve başarısızlıkların da tarihidir. Fakat, Müslümanların mağlup durumda oldukları en zor ve kor zamanlarda bile İslam sancağı yere düşmemiş, Allah, yepyeni bir toplum eliyle onu göndere çekmiştir. “Dilerse sizi siler, yerinize yepyeni bir halk getirir.”

Tarihimizi iyi incelediğinizde, en korkunç ve “bu ümmetin ömrü bu kadarmış” denilen yenilginin Moğol İstilası olduğunu görürsünüz. İbnu’l-Cevzi’nin torunu (Sıbt) gibi dönemin kimi yazarları, kitaplarına “bu ümmetin kıyameti bu olsa gerek” notunu dahi düşmüşlerdir. Fakat ne olmuştur? Bu ümmetin kıyametini getirdiği sanılan Moğollar, çekirge sürüleri gibi yok etmek için girdikleri İslam topraklarında İslam tarafından teslim alınarak Müslüman olmuşlardır. Bununla da yetinmemişler, baştan başa yakıp yıkarak tarumar ettikleri İslam medeniyetine, tarihimizin en görkemli eserlerini kazandırmışlardır.

AB’a üyelik sürecinde Türkiye Müslümanlarının geleceği

İşte benim endişeli olduğum tek nokta burası. Türkiye Müslümanları henüz işin önemini yeterince anlamış değiller. AB üyeliği süreci getiri ve götürüsü, avantajları ve dezavantajları olan bir siyasal süreç. Özellikle “siyasal” dedim, çünkü -şahsen- bu süreçte, mevcuttan çok farklı ve kırılma niteliğinde sosyal bir etki beklemiyorum. Cumhuriyet dönemi politikaları ve özellikle de Özal sonrası yürürlüğe konulan liberalizasyon süreci, AB üyeliğinin toplum üzerindeki muhtemel etkilerini zaten gerçekleştirdi.

Siyasetin, ekonominin ve ahlakın standartlarının dibe vurduğu böylesi bir çözülmenin ve kokuşmanın ardından, artı bir alçalış ve çözülüşün mümkün olmadığını düşünüyorum. Aksine, eğer ‘şahsiyet’ olmak için önce ‘bireyselleşme’ sürecini yaşamak şart ise, bu sürecin bir an evvel atlatılmasına katkıda bulunacaktır AT. İmanlar üzerinde yıkıcı etki göstermeyeceğine, Avrupa’ya giden işçilerimizi örnek verebilirim.

Peki, bu süreci; insanı, dünyayı ve geleceği İslami temeller üzerinde yeniden inşa için bir fırsata dönüştürme ihtimali var mıdır? İşte bunun “hayali cihan değer”. Neden olmasın? Neden Avrupalılar, İslam’ın ikinci Moğolları olmasın? Bu soruyu, inandığı değerlerin; insanlığın zamanlar ve zeminler üstü ortak değerleri olduğuna güvenen her mü’minin kendi kendisine sorması ve “bu uğurda bana düşen nedir?” demesi gerekir.

Bu soruyu sadece mü’min fertlerin değil, İslami duyarlığı olan vakıf, dernek gibi tüm gönüllü kültür teşekküllerinin, sivil yapıların, cemaatlerin, tarikatların da kendi kendilerine sormaları gerek. Onlara Balkanlar’da İslam’ın yayılışındaki Sarı Saltuk misyonunu iyi tetkik etmelerini tavsiye ederim. Özellikle Müslüman tüccarların, Avrupa’yı da içine alacak bir yürek fethi seferberliğinde öncü rolü oynayacak ilk zümre olduğunu hatırlatırım.

Böyle bir fetih seferberliğinin olmazsa olmaz bir şartı var:

Temsil kabiliyeti!

O varsa, gerisi ne gam!

( 13 Aralık 1999 )

Yorum Yaz