Avrupa’da Müslüman olmak

Hilal Televizyonunun düzenlediği “Hilal TV gecesi” münasebetiyle Almanya’daydık. Gecede bir şey dikkatimi çekti: Avrupa’daki göçmen Müslümanların profili hızla değişiyor.

Eskinin o klasik “Alamancı”sının yerinde yeller esiyor. Yanına renkli bir kuş tüyü takılmış, altındaki bedenle hiçbir uyum gözetmeyen “tekerlek şapka”sıyla, sesini mahallenin tamamına duyurmak için açtığı transistorlu radyosuyla, sonradan görmüşlüğün tüm tezahürlerini taşıyan tavrıyla tevatür olmuş “Alamancı”nın…

Bu tipi oluşturanlar birinci kuşaktı. Hemen tamamına yakını kırsal kesimdendi. Hatta bunların çoğu doğduğu köy-kasabanın dışında ilk defa büyük kent görmüştü.

Onların yerini ikinci hatta üçüncü kuşak almış. Yeni kuşaklarla birlikte yeni problemler ve yeni fırsatlar da doğmuş. Yeni problemlerin başında ve en temelinde “kimlik” ve “aidiyyet” problemi yer alıyor.

Araf’taki çocuklar sancılı. Kaybolmuşları ben görmedim. Ama eminim ki çoklar ve yürek dağlayan bir durumdalar. Benim gördüklerim, kaybolmamış, kaybolmamak için tutunacak sağlam bir dal arayanlardı. Koca salonu ağzına kadar doldurup, hatibin ağzından çıkacak cümleleri daha kaynağındayken yürekleriyle uzanıp alacak kadar diri bir topluluk bu. Genç, ilgili, meraklı ve seçiciydiler. Bu elbette ki sevindirici.

Ama babalarını yılgın, umutsuz, aldatılmış gördüm. Yarı yolda bırakılmıştık hissini taşıyorlardı. Umdukları dağlara kar yağmıştı. “Anavatanı kurtarmak” için çıktıkları yolda kendilerini, ciğerparelerini, umutlarını ve birikimlerini kaybetmişlerdi. Onların cephesinde hava kurşun gibi ağır. Neden böyle olduğunu anlamak için müneccim olmak gerekmiyor.

Çoğu her şeyi koy vermiş. En üzücü olanı da kendilerini koy vermeleri. Olup bitende kendi payını itiraf edenler, hallerini değiştirmek için gayret ediyorlar. Bunu yapmayanlar yakalarına küsüp ya “selamet der kenarest” deyip “kûşe-i uzlete” çekilmeyi tercih ediyor, ya da cahil dindarlık günlerinin acısını gözü kararmış bir dünyevileşme ile çıkarıyorlar.

İlk bakışta umut kırıcı, iç karartıcı gibi gelen bu tablo, şükür ki Avrupa’daki göçmen Müslümanlarla ilgili tek tablo değil. Bu birinci kuşağı oluşturan babalarla ilgili tablo. İkinci ve üçüncü kuşakların tablosu tek düze değil. Bir yanıyla acılı ve sancılı, öbür yanıyla umut verici ve gelecek vadeden bir tablo.

Umut verici tablonun kahramanlarını, kimlik ve aidiyyet problemini kendi öz değerlerinden yola çıkarak çözmeye çalışanlar oluşturuyor. Bunlar kendilerini “Alamancı” olarak görmüyorlar. Savaş’ın izdüşümünde oluşmuş Avrupa’nın yerini şimdi bambaşka bir Avrupa aldı. Onlar da, buna paralel olarak yeni Avrupa’da “biz de varız”, “biz, biz olarak var olmak istiyoruz” diyorlar.

Sancılı bir süreçten geçildiğinin farkındalar. Bu sancı bir “düşük” ile de sonuçlanabilir, nur topu gibi bir “Avrupalı Müslüman kuşağının” doğumuyla da. Evet, bu krizden onlar “Avrupalı Müslüman” kimliğini tahkim ederek çıkabilirler. Bunu kendilerine hatırlatan konuşmamı nasıl can kulağı ile dinlediklerini gördüm.

Bunun için rüya görmeleri gerekiyor. Fakat bu rüyayı nasıl göreceklerini bilmiyorlar. Hatta bu rüyayı görmekten korkuyorlar. “Hayalperestlerin” kırılan hayalleriyle dolu “hayal çöplüğü” onların gözünü çok korkutmuş. Onlara, “hayal kırıklığı” diye bir deyimin olduğunu, fakat “rüya kırıklığı” diye bir deyimin bulanmadığını hatırlatmak gerekiyor.

Fakat böylesine Salih bir rüya görmek için abdestli bir akleden kalbe sahip olmak gerekiyor. Bu da bilmeden, anlamadan, yaşamadan olacak şey değil. Sığlıktan kurtulup derinleşmeleri, kalpsiz Avrupa’nın akleden kalbi olmaya cehd etmeleri gerekiyor. Kendi içlerinden âkil adamlar çıkarmadan olmaz bu.

Şimdiye kadar her şeye, ama her şeye yatırım yapmışlar. Ellerindekini avuçlarındakini o “her şey” için sebil etmişler. Bir insana yatırım yapmamışlar. Eğitim kurumları yok, eğitecek kadroları yok. Köyden tarhanayı nasıl siparişle getirtmişlerse, hocayı ve muallimi de öyle getirtince olur sanmışlar. Ama dökme suyla değirmen bu kadar dönmüş. Yolun sonuna gelmişler.

Yeni kuşaklar şunu iyi bilmeli: Yılana sarılmanın hiçbir meşru mazereti olamaz. “Ama biz denize düştük” diye kendini savunmak mazeret değil, olsa olsa özürden daha büyük kabahattir.

Bunu yapmayanlar, “dert yanmak direnmekten daha çok yorar” sözünün anlamını kavramış yiğitler de var. Az ama varlar. Ahmet Mihmat başkanlığında Rotterdam’da faaliyet gösteren İdee Vakfı’nı oluşturan zamane “ashab-ı kehf”i bunlardan. Yine, Almanya’da aralarına özüne dönmüş Alman gençleri de alarak sahih kaynak noksanını gidermeye çalışan bir gurup genci burada zikretmeliyim. Kıt imkânlarla bu fakirin bazı eserlerini Almancaya kazandıran bu gençler, şimdi M. Esed’in meal-tefsirini Almancaya kazandırmak için hummalı bir çaba içine girmişler. “Arkası gelecek” müjdesini de veriyorlar.

Avrupa’da Müslüman olmak, göller bölgesinde bir ada olmaktır. Göller bölgesinde bir ada olan, boğulmamak isteyenlerin sığınağı olur.

“Avrupa’da Müslüman olmak” böyle anlaşıldığında, “güneş Batı’dan doğar”.

 

Yorum Yaz