Babadağ’da yok olan tarih ve bir çağrı

Avrupa programlarımdan birinde, bir konferansın ardından gelen soru beni şaşırtmıştı.

Sual sahibi, ölülerini dinen bulundukları ülkelerde defnetmenin hükmünü öğrenmek istiyordu. Bunu hocaları söylemiş. Elbet bunda müstakil Müslüman mezarlıklarının olmayışının da rolü vardı. Fakat halledilemez bir mesele değildi.

Meğer bazıları deste deste para harcayarak cesetleri Türkiye’ye getiriyorlarmış. Dedim ki, “Sizin ölülerinize Türkiye’nin ihtiyacı yok, fakat buranın ihtiyacı var. Mezarlar tapu senetleridir. Sizden 20-30 nesil sonra gelen kuşaklar, bu topraklardaki tarihi varlıklarına sizin mezarlarınızı referans gösterecekler.”

Osmanlı, fethettiği toprakların inancına saygıda kusur etmemişti. Emperyalist bir gözle bakmadı gayr-ı Müslim reayasına. Gidin Pakistan’a, Hindistan’a; askeri savunma ve lojistik yapılardan başka İngilizlerin üç asrı aşan sömürge döneminden arta kalan bir bayındırlık ve imar faaliyetine rastlamazsınız. Bir de Osmanlı’nın fetih coğrafyasına gidin. Kapalı çarşılar, hanlar, hamamlar, imaretler, çeşmeler gibi toplumun ortak maslahatı için yapılmış sayısız eser bulursunuz. Devlet-i Aliye çökerken bile kamu yararına bayındırlık ve imar faaliyetlerini sürdürüyordu. Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı Şam’daki Kapalı Çarşı bunun en tipik örneğidir.

Sözün burasında cumhuriyet döneminde -özellikle de tek parti diktasında- kaybolan ve yıkılan kiliselerin ahvalinden sual edecek olanlara bir çift sözüm olur: Mezkur dönemde yıkılan, gasp edilen, tahıl ambarı yapıldığı için çöken, yağmalanan mescid sayısı, bu durumdaki kiliselerden kat kat fazladır. Bu dönemde olan tek adı vardır: mabet ve din düşmanlığı. Bunun zararını gayr-ı Müslim azınlıklardan daha fazla Müslüman çoğunluk çekmiştir ve halen de çekmeye devam etmektedirler.

Bir de dönüp Osmanlı hükümranlığı altında 350-400 yıl geçiren Balkanlardaki Hıristiyan devletlere bakalım. Maalesef bu konuda hiç de iyi bir sınav verilmediği ortada. Babadağ’ındaki tarih katliamı bunun binlerce örneğinden sadece biridir.

“Sarı Saltuk” adıyla efsaneleşen Yesevi dergahı davet erlerinden Muhammed Buhari’nin mezarı harabeye dönmüş. Balkanlara İslam’ı taşıyan bu zata başta Balkan Müslümanları olmak üzere hepimizin borcu var. Onun kabrini o halde görmek insana acı veriyor. Ağıl kapısı gibi bir kapıdan giriyorsunuz, içerisi tam bir harabe. Yerde örtüsü bile olmayan kuru bir sanduka var, hepsi bu.

Oysa ki burası Osmanlı’nın kudretli sultanlarının ziyaretgahı idi. Kaybolan kabrini bulduran İkinci Bayezid başta olmak üzere, Fatih ve Kanuni, bazen güzergahlarını uzatmak ve değiştirmek pahasına, Saru Saltuk’u ziyaret etmişlerdi. Bu ziyaretler burasını tüm Müslümanlar nezdinde şöhretli bir ziyaretgah yapmış. Evliya Çelebi, Sarı Saltuk türbe ve zaviyesinde gördüğü hazine değerindeki kıymetli eşyayı tek tek sayar. Paha biçilmez hüsn-i hat levhalarının bir benzerini Ayasofya ve Süleymaniye camilerinde dahi görmediğini zikreder. Sandukanın baş ve ayakucunda ancak Mescid-i Nebevi’dekilerle kıyaslanabilecek nefasette murassa şamdanlar bulunmaktadır. Çelebi, “burada öyle avizeler gördüm ki, başka hiçbir yerde eşine rastlamadım” der.

Tabiî ki şimdilerde, bunların yerinde yeller esmektedir. Gayr-ı menkullerin yerinde bile yeller esiyorsa, “Menkul” eşyanın kaybının ne kıymeti var?

Bugün sadece Ali Paşa Camii ayakta. Fakat daha 17. yüzyılda sapasağlam ayakta olan Babadağ Ulu Camii ve Defterdar Derviş Paşa Camii sanki kuş olmuş uçmuş. Yine Çelebi’den türbenin etrafında büyük bir vakıf arazisi bulunduğunu ve her karışının bayındır olduğunu öğreniyoruz. Yok olan camilerden başka bir de ünlü alim ve ariflerin türbeleri var. Ulemadan Koca Müftü el-Mevla Ali Arab Efendi’nin yine Edebalı soyundan Mevlana Ankut Süleyman Efendilerin kabirleri, Evren Dede, Burhan Dede, Kasım Dede, Anka Dede, Sultan Bayezid’in postnişin yaptığı Kademli Dede’nin türbeleri bunlardan sadece bazılarıdır.

Sarı Saltuk Türbesi’nin hemen yanı başındaki mescit ve zaviye de hâk ile yeksân olmuş, bütün bu eserlerin arazileri üzerinde şu anda çarpık beton yapılar yükselmektedir. Hâlâ hayatta olan biri, komünist idare döneminde Sarı Saltuk Türbesi’ni yok olmaktan son anda kendisinin kurtardığını iddia etmektedir. Bütün bu tarih katliamının enkazı üzerinde oturanların evlad-ı fatihanın inançlarından hayli uzaklaştırılmış torunları olması da işin en acı yanı olsa gerek.

Bir yararı olur mu, bilemem. Fakat bendeniz vicdani sorumluluğumu yerine getirmek için başta Kültür Bakanı, Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı ve Dışişleri Bakanı’na bir çağrıda bulunmak istiyorum: Giden gitti. Bari kalanlara sahip çıkın. Sarı Saltuk türbe ve haziresi yok olmakla karşı karşıya. Ali Paşa Camii’nin yerli imamı Hüseyin Hoca (bir de Diyanet Vakfı’nın görevlendirdiği imamı var) maddi sıkıntılardan daha çok Rumen yönetiminin önlerine çıkardığı bürokratik engellerden yakınıyor. “Verin parayı biz yapalım” diyorlarmış, fakat 3 kuruşluk maliyeti 10 kuruşa çıkararak?

Geçmişi olmayanın geleceği hiç olmaz.

 

Yorum Yaz