Ben olsaydım

Yok yok, mesele, Yusuf İslam ya da onu programına çıkaran TV programcıları falan değil.

Bu, işin ‘vesile’si. Yazdıklarımızı ve söylediklerimizi takip edenler iyi bilirler bu gerçeği… Biz, “Nereden bakmalı” sorusunun peşindeyiz; açığı bu.

Olumlu ya da olumsuz tepki iyidir. Çünkü yazının kendisi bir “etki”dir, amacı “etki etmek, iz bırakmak”tır. Okuyucusunun ufkunu açmayan, ya da ona güzel bir şey eklemeyen veya ondan olumsuz bir şey çıkarmayan veyahut da bilgi, bilinç ve fikir verip muhatabının atıl kalmış bir yanını harekete geçirmeyen yazının çekin kuyruğundan.

Bana göre gelen en güzel tepki şuydu:

“Siz olsaydınız Yusuf İslam’a neyi sorardınız?”

Ben olsaydım önce şöyle derdim:

-Kendinize hoş geldiniz!

Durun, izah edeceğim. Esasında bu kısa cümle, sizin bundan sonra soracağınız tüm soruları tek başına belirlemeye yetecektir. Dahası, “Niçin Müslüman olduğunuz?”, “Nasıl Müslüman oldunuz”, “İslam’ı nasıl buldunuz?”, “İslam’ı nereden öğrendiniz?”, “İslam’dan önce..?”, “Müslüman olduktan sonra..?” gibi sorulmuş ve sorulması muhtemel soruların kimilerinin yanlışlığını, kimilerinin abesliğini ortaya koyacaktır.

“İslam” derken

Bir kere, biz “İslam” derken bir şeyi, Kur’an “İslam” derken başka bir şeyi kastediyor. Bunu anlamadan “Kendinize hoş geldiniz” cümlesini anlamak mümkün değildir.

Kur’an “İslam” derken;

  1. Hz. Muhammed’le başlamış bir dini kastetmez. Aksine Hz. Muhammed aleyhisselam bu dinin son rasulüdür, ilk değil. Ondan önce gelmiş tüm peygamberler İslam’ı tebliğ etmişler, insanları ona çağırmışlar, onu yaşamış ve onu yaşatmışlardır. Bu asli anlamından yola çıkarsak “İslam ümmeti” deyimi de bir galat-ı meşhurdur; doğrusu Farsça tamlamayla “ümmet-i Muhammed” ya da Türkçe tamlamayla “Muhammed ümmeti”dir.
  2. Kur’an İslam derken bir “dini zümre”yi kasdetmez. Çünkü bu sözcüğü bina (structure) olarak isim değil, bir vasıf, bir sıfat olarak kullanır ve ayetlerde İslam’ın kutlu peygamberlerine “ve ene mine’l-müslimin” dedirtirken bunu “Ben Müslüman oldum” anlamına değil “Ben de Allah’a kayıtsız şartsız teslim oldum” anlamına kullanır. Kur’an’ın “ve radıytü lekumu’l-islame dinen” demesi tam da “kendinize hayat tarzı olarak Allah’a teslimiyeti seçmenizden razı oldum” anlamına gelir.

İşte bu nedenle “Kendinize hoş geldiniz” derdim ve kim Allah’a teslim olduğunu (Müslüman) söylemişse ona mukabelem de böyle olur.

Çünkü Müslüman olmak, insanın bir yere gelmesi değil “kendine gelmesi”dir. Tabii ki, “İslam’dan uzak olmak” da insanın kendi kendisinden, doğasından, özünden, yani fıtratından uzaklaşması anlamını taşır.

“İslam’a gelmek”, bir “levhanın altına gelmek” değildir. Bunu böyle anlamak, İslam’ı belli bir zümrenin tekelinde dinlerden bir din saymaktır. Farklı bir deyişle İslam’a gelmek bir yerden başka bir yere gelmek değildir. Aksine, İslam’a gelmek bir halden başka bir hale girmek, bir tavırdan başka bir tavra girmek, yani “nefsinin emrinde olmak”tan çıkıp “Allah’a teslim olmak”tır.

Eğer İslam kavramını Kur’an’ın koyduğu yere koyarsanız, o zaman “Falan Müslümanın yaptığına bakın!” gibi bir cümle yerine “Falanca şu işinde Allah’a teslimiyetini zedelemiş” vs. gibi daha farklı bir mantıkla yaklaşırsınız.

En iyisi sen ‘biz’e gelme, kendine gel

İşte bu yüzden “İslam’a” çağırır gibi yaparken, aslında “Bize gel!” diyenlerin, kimi zaman ne dediklerini, kime çağırdıklarını kendilerinin dahi fark etmediklerini gördüm. İslam’a çağırırken “kendine gel, bize değil” deyişim de bu yüzden.

Kendine gelirse İslam’a gelmiş olur zaten, yeter ki kendine gelsin. Kendine gelen “şahsiyet” olur; kendinde olmayandan değil şahsiyet, “birey” bile olmaz. “İslam’a gel!” diyenlerin kendi durdukları yeri İslam saymalarının ne dehşet sonuçlara yol açtığını görüp durmuyor muyuz?

Kendine gelmeden İslam’a gelenlerin nereye geldiğini, nerede durduğunu değil, başkaları kendisi bile bilemiyor, örneklerini görmüyor musunuz?

Bu anlamda İslam insana bir şey eklemek değil, insana sonradan eklenmiş olan tortuların ayıklanması ameliyesidir.

İslam, Kur’an’ın ifadesiyle “Allah’ın boyası”dır, sentetik olmayan, doğal, fıtrat boyası; hem Kur’an öyle demiyor mu: “ve men ahsenu min Allahi sıbğah: kimin boyası Allah’tan daha güzel olabilir ki?”

Fıtrat boyası kanaryanın sarısı, akikin kırmızısı, gümüşün beyazı gibidir; fırçaladıkça parlar. İşte bunun için acılar ve sınavlar fıtrat boyasını daha bir canlı kılar. Ama onun dışındaki tüm boyalar sentetiktir; fırçaladıkça dökülür. İşte bu yüzden onların 20 yıl 30 yıl yüreğini batıl fırçasıyla küfre boyadıkları bir nice insan kimi zaman bir ölüm olayıyla, bir sabah ezanıyla, bir Kur’an ayetiyle yüreklerindeki sentetik boyanın sıyrılıp indiğine ve altından fıtratın doğal boyasının çıktığına şahit olmuştur.

Evet, bana “Sen olsaydın ne sorardın?” diyenlere cevabım onun için bu kadar kısa.

Sahi, kendinizle nasılsınız?

( 3 Nisan 2000 )

 

Yorum Yaz