“Ben varım” diyenlere!

Yazılarımda her türlü zulme olduğu gibi, inanç ve düşünce özgürlüğüne yönelik tüm saldırılara karşı da tavır aldığımı okuyucularım bilir. Bu çerçevede, İslami tesettüre karşı yürütülen topyekûn savaşın mağduru olan başörtülü yiğit kızların her zeminde yanlarında oldum ve bundan böyle de olmaya devam edeceğim.

Ne ki, bu konuda, meşru zeminlerde verilen her tür mücadeleyi yürekten desteklerken, meselenin arka yüzüne de dikkat çekmeye çalıştım. Aslında, “hak-hukuk” mücadelesi işin sadece bir boyutuydu ve “öteki” ile ilgiliydi. İşin bir de Müslümanlarla bire bir ilgili olan boyutu vardı ki, bu hay-huy arasında asıl o boyut kaynayıp gidiyordu. Oysaki söz konusu boyut çok daha hayati ve Müslümanların geleceği inşa iddialarında “ötekine” karşı verdikleri hak mücadelesinden çok daha öncelikliydi.

 

İşte bu öncelikli boyuta dikkat çekmek istediğimde hep şu genel ilke ve yasaları hatırlattım: Allah cüz’i şerle külli hayrı murad eder; sizin hoşunuza gitmeyen şeyde hayır, hoşunuza giden şeyde şer olabilir; makro plandan bakınca, bir başka ifadeyle, Allah’ın baktığı yerden bakınca, şer gibi görünen gerçekte hayır, kayıp gibi görünen gerçekte kazanç, yenilgi gibi görünen gerçekte zafer ve fetih olabilir.

 

Başörtüsüne yönelik resmi saldırı, doğrudan inançlara bir saldırıydı ve mağdurlarını “cinsiyet” ayrımına tabi tutarak değil, “inanç” zemininde hedef alıyordu. Ne ki; işin doğası gereği, başörtüsü zulmünün mağdurlarını kahir ekseriyetle kadınlar teşkil ediyordu. Bu arada bir şey açık bir biçimde ortaya çıktı: Birçok başörtülü genç kız, tercih yapmak zorunda kalınca “örtüsünü” değil “okulunu” ya da “memuriyetini” tercih etmişti.

 

Tabi ki, meşru ya da gayrı meşru, her tercihin mazereti bulunabilirdi. Dahası, eğer siz, inancınıza “uymayı” değil de inancınızı “uydurmayı” kafanıza koydunuzsa, istediğiniz her tür fetvayı alabileceğiniz birilerini bulmakta zorluk çekmezdiniz. Bu sadece bugün değil, geçmişte de böyle olmuş; en uçuk, en olmaz sanılan şeyleri “olduran” birileri hep çıkmıştır.

 

Kalbine danışınca kendi öz yüreğinden dahi fetva almakta zorlananların, arzularına uygun fetva verecek birilerini buluncaya kadar kapı kapı dolaşmaları hiç de ender görülen bir husus değildir.

 

Anne işte, baba işte, çocuk kreşte

 

Yukarda dile getirdiğim, işin Müslümanların geleceğini doğrudan ilgilendiren öteki ve en önemli boyutu Müslüman kadının modernite karşısında takındığı tavırla ilgiliydi. Müslüman kadın mutlaka sosyalleşmeli ve toplum içerisindeki sorumluluğunu üstlenmelidir; bu doğru.

 

Bu doğruyu, ben de savundum ve savunmaya devam edeceğim. Fakat Müslüman kadının sosyalleşmesi, kadınlığına, şahsiyetine, fıtratına, izzet ve hikmetine rağmen mi olmalıydı?

 

Mesela, Müslüman ailenin inşasında kadının oynadığı başat rolü, modernitenin gazına gelen Müslüman kadın nereye oturtuyordu? Analık, bir Müslüman kadın için ne ifade ediyordu? “Müslüman kadın çalışmalı mı?” abes sorusunu soran herkese, “Müslüman kadının aylak, işsiz-güçsüz, yan gelip yatan biri olduğunu söylemiyorsunuz her halde?” diye bir karşı soru sormak zorunda kalıyordum.

 

Şimdi düşünelim: İki yıl önceki hızda “memurlaşan” kadın nesillerinin oluşturdukları “aile modeli”ni: Baba işte, anne işte, çocuk kreşte; işte size geleceği inşa edecek nesilleri yetiştirecek örnek aile modeli… Ve böyle marazi bir modelin mahsulü olan nesillerle gelecek inşasını nasıl düşleriz? Böyle bir modelin kahir ekseriyetini oluşturduğu bir inanç topluluğunun 15-20 yıl sonrasını düşünmek dahi iç karartıcı. Müslüman kadın memur olmamalı diyen yok; ne dediğim sanırım anlaşılıyor.

 

Ya, “memuriyet” hatırına, -anasız-babasız büyüdüğü yetmiyormuş gibi- üstelik bir de kardeşsiz bırakılarak daha küçümencik yaşta “psikopat” yapılan “tek” ve “biricik” yavrular” Mısır televizyonunda bir tiyatro seyretmiştim: Hiç ihtiyacı olmadığı halde, bir anne döğüş-kavga kocasını razı ederek temizlik işine çıkar; tabi ki çocuğunu kreşe vererek. O işten aldığını çocuğunun kreş parası olarak verir ve arta kalanının üzerini kocasından tamamlayarak eve de haftalık temizlik için bir kadın çağırır. Sadece komik değil, traji-komik.

 

Şikayete hakkımız yok

 

Okulu bitiren Müslüman hanımların, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, sırf “Boşuna mı okuduk?” mantığı ve “kendini ispatlama” gerekçesiyle, asli ve fıtri görevlerini ihmal pahasına ille de memur olmak istemelerine az şahit olmuyoruz. Bu örnekler de gösteriyor ki; bireylerin akıl ve bülug çağı olduğu gibi toplumların da akıl ve büluğ çağı vardır ve henüz Müslümanlar olarak rüştümüzü ispatlayabilmiş değiliz.

 

“Ya hizmet!” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de, bu kadar satırı işte sözü tam bu noktaya getirmek için kaleme aldım: Hizmeti memuriyete, okumayı okula, liyakati diplomaya endeksleyen bir mantığa ne denir ki? Kürşat Bumin’in dediği gibi, belki (bence “belki”si fazla) 40-50 yıl sonra okul diye bir şey kalmayacak; Avrupalı ve Amerikalılar “Eskiden okul diye bir şey varmış, onlardan şimdi dünyada türünün son örneği olarak Türkiye’de hâlâ olduğu rivayet ediliyor, gidelim de nasıl bir şeymiş görelim” diye herkesin tersine hep geriye doğru giden Türkiye’ye gelecekler.

 

Evet, okullar tatil oldu: Hizmet ehli kadınlar, erkekler neredeler? Sistemin gadrine uğramış, zulme maruz kalmış, gürbüz bir sancıyı bir anne adayı gibi yüreklerinde taşıyanlar neredeler? Evlerini ya da başkalarının evlerini okula dönüştüremezler mi? Mahallenin cins çocuklarını toplayıp ücretsiz matematik, Türkçe, İngilizce kursları veremezler mi? Bunun yanında çocuklara dini şuur kazandıramazlar mı? Hadi, ona engel var şuna bahane var; peki bunları yapmamanın mazereti var mı?

 

Elimizden geleni yapmıyorsak, şikâyete ne hakkımız var?

 

( 5 Temmuz 1999 )

Yorum Yaz