Bir dil fidâîsi: D. Mehmet Doğan

Sözün önemi olmasaydı, Allah-insan diyaloğunun zirvesi olan “vahiy” tecelli etmezdi.

Başı “gökte” olan vahyin, beşerin bilinç dünyasına inerek (=nüzul) ayaklarını “yere” basması, dil aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bunun içindir ki vahyin ruhu mesabesinde olan “ilahi anlamlar”, vahyin cesedi mesabesinde olan “dile” can verdi.

“Sözün kalitesini” yükseltemeyenlerin “sesin desibelini” yükseltmekten, avazları çıktığı kadar bağırıp gürültü yapmaktan başka çareleri var mı?

Elbette yok…

Sözün kalitesi yücelirse, tasavvurun kalitesi de yücelirdi… Tasavvurun kalitesi yücelirse aklın kalitesi de yücelirdi… Aklın kalitesi yücelirse eylemin kalitesi de yücelirdi. Ve eylemin kalitesi yücelirse insanın kalitesi yücelirdi.

Kur’an, müminleri tanımlarken “onlar ki, sözün (tümünü) dinlerler, en iyisine uyarlar” diyerek sözü yüceltiyordu. Vahyin, mukaddes metinlerin, tabiatın, hatta bir insan olan Hz. İsa’nın adını “kelime” koyan Kur’an, “kelime”yi insanın Allah’la irtibatının “anahtarı” haline getiriyordu.

Ve işte bunun için Yuhanna İncili “Önce söz vardı” diye girdi söze…

Bunun için “dilimizin sınırları, dünyamızın sınırları”ydı…

Dil hassasiyeti deyince aklıma ilk gelen isimlerden biri Meriç Usta’dır. Bir ömrünü, “vandalizm” adını verdiği korkunç uygulamanın ardından açılan “dil yarası”nı sarmak için harcadı. Canhıraş çığlıklar koy verdi gök kubbeye…

Dünyada sadece bu ülkede görülen bir gecede koca bir halkın yazısız ve dilsiz bırakılması, bilebildiğim kadarıyla, Vietnam dışında sadece bu ülkede yaşanan bir talihsizlikti.

Meriç Usta, sanki kaybettiği çocuklarını arar gibi, düşüncelerimizin, öfkemizin, sevgimizin, hatıramızın, tarihimizin dilinin kayıp terim ve kavramlarını aramaya çıkmıştı… “Onları” diyordu bir yerde, “bir sarraf titizliği içerisinde elime alıyor, öpüyor, kokluyor ve tadıyorum…”

Üççeyrek asırlık “dil yarası”, giderek kapanacağına, tarihsiz ve hafızasızlaştırılmış yönetici seçkinlerin marifetiyle habire kaşınmakta, kanatılmakta. İşte MEB’in son uygulaması…

Bu milletin “İstiklal Marşı”nın dili bile “eski” kabul ediliyorsa, bu ülkenin içine düşürüldüğü kültürel sefaletin derecesini, varın siz hesap edin.

Kuşdiline benzer garip bir lisan konuşan, malum medya ve internetin yoz kültürüyle yetişmiş yeni kuşaklar, dedeleri zamanında açılan yaranın, nasıl kangrene dönüşeceğinin de kara mizaha konu olacak örneğini oluşturuyorlar.

Neyse ki, “dil yaramıza” merhem olmaya çalışan “fedâîler” de var ve bunların başında dost insan, gazete refikim D. Mehmet Doğan geliyor.

Şemseddin Sami’nin adını duysalar “O da kim?” diye soracak olan yeni kuşaklar, kendilerini TDK’nın ideolojik saplantılı sözlüklerine mahkum etmediği için Mehmet Doğan’a çok şey borçlular. Hepimiz, hepimiz minnet borçluyuz…

“Doğan Büyük Türkçe Sözlük”ün son baskısı elime geçince hemen önceden bulamadığım için kendim eklediğim kelimelerin yerine baktım: Hemen tamamının eklenmiş olduğunu gördüm. Son haliyle Doğan Büyük Türkçe Sözlük, bir sözlükten çok bir “lugat ansiklopedisini” andırıyor.

20 yıllık bir maratonun sonucunda her durakta daha bir güzelleşen, daha bir zenginleşen bu çalışmanın kadr ü kıymetini takdir edebilmek ve “dil yarası”nın derinliğini kavrayabilmek, ancak Doğan’ın yenilerde çıkan Bir Lugat Bulamadım adlı eseri okunduğunda layıkıyla anlaşılabilir.

Yazar, resmi dil politikasına Aytmatov’un bir eserine atıfla “mankurtlaştırma” diyor. Bizce de olup bitenleri çok güzel açıklıyor bu isimlendirme. Ayrıca, Diyar-ı Bekr’in emir komuta zinciri içerisinde nasıl “Diyarbakır”a, Elaziz’in de nasıl “Elazığ”a dönüştürüldüğünün eğlenceli hikayesini, bu kitaptan okuyabilirsiniz.

Doğan’ın temennisiyle bitirelim:

“Vandalizm tahrip eder, fakat yok edemez!” (s.45)

Yorum Yaz