Bir dokun, bin âh işit

Cuma yazımız, iş yerlerinde ibadet mağduriyetini dile getiriyordu.

Yeni Şafak okurlarından aldığım çok sayıda mesaj, bu konunun toplumumuzda kangren olmaya yüz tutmuş bir yara olduğunu gösteriyordu.

Bu ülkede din özürlüğü ve ibadet hakkı alanında yaşanan mağduriyet, başörtüsüyle sınırlı değil. Müslüman kadının tesettürüne yönelik yasak ve ayrımcılık, din ve ibadet özgürlüğü alanındaki mağduriyetlerin sadece bir bölümü. Buna “Buz dağının görünen kısmı” da diyebiliriz. Mağduriyetin su altında kalan kısmında erkek-kadın demeden uygulanan ibadet yasakları var.

Hak ve özgürlüklere yönelik yasakçılık, bulaşıcı bir hastalık gibidir. Eğer karantinaya alınıp tedavi edilmezse, kısa zamanda her tarafa yayılabilir. Bunun en tipik örneği bu ülkedeki uygulamalardır. İbadetlere yönelik yasak önce askeri kurumlarda başladı. Orayla sınırlı kalmadı, devletin (tabiî ki milletin) sivil kurumlarına bulaştı. Orada kalsaydı ya! Dedim ya, yasakçılık salgın bir hastalık gibidir diye. İbadet yasağı askeri, resmi derken, özel kurum ve kuruluşlara da sirayet etti.

Düşünebiliyor musunuz? Siz mevcut şartları karşılayarak işe girmişsiniz. İşinizi iyi yapıyorsunuz. Fazlanız var eksiğiniz yok. Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde bir Müslümansınız. Namaz kılıyorsunuz. İşyeri size ibadet edecek yer göstermek zorunda. Bu en temel hakkınız. Bunu yapmadığı gibi size ibadeti yasaklamaya kalkıyor. Hatta namaz kılan biri olduğunuzu duyunca kapıyı gösteriyor.

İbadet mağduru on binlerce insan var bu ülkede. En temel hak olan din ve inanç özgürlüğü alanında keyfi ve illegal olarak uygulanan bu yasağa karşı ses çıkarması gerekenlerin başında ilgili bakanlık ve kurumlar geliyor. “Devletin kendisi yasakçıların başında geliyor, güldürmeyin adamı!” derseniz, “Siz de haklısınız!” derim. Zaten yasakçıları cesaretlendiren de devletin bu “laiklik” karşıtı tavrı ya. Nerede kaldı laiklik? Hani laiklik din düşmanlığı değildi? Bu, ne bu? Din, iman, ibadet düşmanlığının daniskası değil mi?

Anlaşıldı, yine herkes kendi göbeğini kendisi kesecek. O halde o çağrıyı yineliyoruz: Bu ülkede dindarların da dinsizler kadar hak ve özgürlüğü olmalıdır. Mağduriyet vahim boyutlardadır. Buna karşı ibadet etsin etmesin herkes ses çıkarmalıdır. Özellikle özel sektör arasında Müslümanlara ibadet yasağı uygulayanlar, hassas basın ve yayın organları tarafından teşhir edilmelidir. Müslümanlara ibadet yasağı uygulamanın Müslüman mahallesinde domuz satmaktan beter olduğu hatırlatılmalıdır. Yüzyıllık “Batılılaşma” projesinin gerçekte ne projesi olduğuna, şu mesajı okuduktan sonra siz karar verin:

“Benim de eşim bilgisayar mühendisi olarak Türkiye’de Microsoft firmasında işe başvurmuş ancak, sadece başörtüsünü çıkardığı takdirde üst düzeyde bir iş verebileceklerini söylemişlerdi. Su anda 3 yıldan beri Avustralya/Melbourne şehrinde yaşıyoruz. İnanın fark çok fazla. Bunu ancak burada yaşadığınızda anlayabilirsiniz. Bakın ben İngilizce kurslarına devam ederken rahatlıkla dersin ortasında her cuma kalkıp namazlarıma gidiyordum ve bunu burada yaşayan Yahudi’si, Hıristiyan’ı, dinsizi herkes biliyor ve son derece normal karşılıyor. Hatta bir keresinde sınavı bile yarım bırakarak kalkmıştım. Burada bir yerde işe başladığınız zaman hemen size ibadet edeceğiniz yeri gösterirler, büyük küçük her işyerinde bunun için özel bir oda ayırırlar, bundan da büyük memnuniyet duyarlar. Ben geçen ay ayrıldığım işyerinden cuma namazına gidip gelmek için her cuma yaklaşık 1 buçuk saatlik bir zaman harcıyordum. Buna inanabiliyor musunuz? En taze örnek, gecen hafta bir meslek kursundaydım. Cuma günü sabah baktım öğretmen herkese ‘are you muslim?’ diye sormaya başladı. Ben ilk başta anlayamadım, neden herkese böyle tek tek soruyordu. Hemen cuma namazının ne zaman başladığını bize sordu ve en yakın caminin adresini tarif etti… Ve sıkı durun, o günkü öğle tatilimizi BIZIM IBADET SAATIMIZE göre ayarlayıp tahtaya yazdı, 1:00 – 2:30 seklinde.”

İşte “öz yurdunda garip öz vatanında parya” sayılmış bir başka mağdurun mesajı:

“Bendeniz ülkesini terk etmek zorunda bırakılan bir YAŞ’zedeyim. TSK’da ülkeme uzun sure hizmet ettim. Sonunda bilinen nedenle ‘disiplinsizlik’ gerekçesi altında atıldık. Ayrıldıktan sonra ülkemde rahat bırakmadılar. Şu anda ailemle birlikte ülkemden binlerce kilometre uzakta yaşıyorum. Ülkemi terk etmemin sebebi çocuklarımın dinimizi inandığımız gibi yaşamaları içindi. Su anda benim kızım 8’inci sınıfa gidiyor ve okuluna başörtülü gittiği gibi, namazını da kılabiliyor.”

İşin bir başka veçhesini de bir diğer okur mesajından aktaralım: “…Çoğunlukla bulunduğumuz mekânların izbe köşelerinde gözden ırak depo vb. tozlu ortamlarda ibadetlerimizi ifa etmeye çalışıyoruz. Farz ibadetlerin açıktan ifa edilmesi gerekirken kimseler görmesin, laf söz olmasın, amirlerimiz kızmasın veya üstlerine karşı zor durumda kalmasın diye(!) sanki suç işliyor ruh hali içinde en tabii insan hakkı olan İslam’ın temel direğini ayakta tutmaya çalışıyoruz. Tabii bu kıldığımıza namaz denirse?

Bizler neden birilerinin insafına bırakılıyoruz ki? Hukukun egemen olduğu bir toplumda binalar planlanırken 2-3 metrekarelik namazgâhlar bu binalara sığdırılamaz mı? Güzel günlerde, güzel bir ruh hali içinde, güzel insanlara yakışır, derinlik boyutu olan, namazı; namaz gibi kılabildiğimiz güzel mü’minler olabilmek ümidiyle saygı ve hürmetlerimi sunuyorum…”

Bu ülkede gayr-ı Müslim azınlık değil, asıl Müslüman çoğunluk mağdur.

 

Yorum Yaz