Bir İslam klasiğini okurken (2)

Tevafukun böylesi az bulunur. Şehir dışında tabiatla iç içe yaşıyor olmanın böyle azizlikleri de olurmuş meğer.

Cuma yazımızın konusu Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Huccetullahi’l-Baliğa’sıydı. Yıllardan beri ASAM bünyesinde devam eden müzakerelerin 16.’sının metni olarak, aylar önceden belirlenmişti bu kitap. Ben aynı eserin Yeni Şafak tarafından promosyon olarak verileceğini, Perşembe gün yazımı yolladıktan sonra öğrendim. “Tevafukun böylesi az bulunur” deyişim de ondan.

Sevindim tabiî. İnsanların okumadığı, okuyanların çoğunun da kendilerine hiçbir şey katmayan popüler kültürün keçiboynuzlarıyla oyalandığı bir zamanda böylesi kaynak eserleri geniş kitlelerle buluşturmak, tebrike şayan bir hizmettir.

Müzakere metnimiz olan Huccetullahi’l-Baliğa, gazeteniz tarafından promosyon olarak tercih edildiğine göre, eserin içeriğine ilişkin geçen yazımızda kısmen giriştiğimiz tahlilleri bu yazıda da sürdürmek boynumuza vecibe oldu diye düşünüyorum.

Her güzelin bir kusuru olur. İslam’ın pratik kaynağı sünnet ve hadisin (bu ikisi aynı değil) illet ve hikmetleriyle ilgili kaleme alınan bu güzel eserin kusuru da, “rivayetin otoritesine” kayıtsız şartsız boyun eğmek.

Rivayetler ayıklamaya tâbi tutulmadan bir veri olarak kabul edilmiş. Tüm yorum ve değerlendirmeler, bu dokunulmaz “aslın/öznenin” üzerine bina edilmiş. Hadis derlemelerinde yer alan hadisler geldiği gibi alınmış esere. Ne esastan ne de usulden bir kritiğe tâbi tutulmuş. Üstad Dihlevi, rivayetlerin illet ve hikmetleri konusunda okuyanı hayran bırakan o engin muhakemesini, bu alanda hemen hemen hiç kullanmamış.

Haydi, ondan bir İbn Hazm’ın kimilerince “cür’et” olarak nitelenen cesaretini göstermesini beklemeyelim. Fakat en azından rivayetlerin klasik tasnifine dokunabilir, birbiriyle çelişen rivayetleri yeni bir değerlendirmeye tâbi tutabilirdi. Onu da geçtik, İbn Hibban’ın Sahih’inde yaptığı o muhteşem tasnife uyabilirdi. Bu onun yorumda önde tuttuğu dirayet yöntemine daha uygun düşerdi.

Mesela şu ünlü “Kadın, eşek ve kara köpek namazı bozar” rivayeti. Hz. Peygamber’e atfedilen bu rivayetin eleştirisi daha birinci nesil tarafından yapılmış, Hz. Aişe bunu nakledenlere “Bizi köpeklerle bir mi tutuyorsunuz?” diye çıkışmıştı. Dahası, “Ben önünde boylu boyunca uzanmış olduğum halde Rasulullah namaz kılardı” diyerek Hz. Peygamber’in uygulamasıyla çelişen bu rivayetin zaafına işaret etmişti. Ama anlaşılan o ki, cari kültürde tartışılmaz olan rivayetin otoritesini, Hz. Aişe’nin bizzat tanıklığı bile sarsmaya yetmemişti.

Bütün bunları Dihlevi’den 350 yıl önce yaşamış olan Zerkeşi el-İcabe’sinde enine boyuna tartışmış ve halletmişti. Fakat üstat bu rivayeti aynen almakta ve onun illet ve hikmeti üzerine mutadı vechile fikir yürütmekte tereddüt etmedi. Hakkını yemeyelim, sahabenin dinde derin anlayış sahibi olanlarının bu haberle amel etmediği notunu eklediğini de burada belirtelim.

Eserin bizce en dikkate değer yanlarından biri, İslam’ın ibadet ve talimatlarının kökenini tespit ederken, bunların “yeni” ve “nevzuhur” hükümler değil, insanlığın başlangıcından bugüne kadar gelen kadim nübüvvet mirasının bir devamı olduğuna her seferinde vurgu yapmasıdır. Ne var ki bu hükümler zaman içerisinde konuluş amacından ve hikmetinden soyutlanarak uzaklaşmış, hatta tahrife uğramıştır. Son Peygamber’in yaptığı, insanlığın değişmez değerler manzumesine ait olan bu talimatları, asli amacına uygun olarak yeniden ihya ederek konuluş gayelerinin tahakkuk etmesini sağlamaktan ibarettir.

Eserin ana çatısı, İslam Burhan bilgi sisteminin ve Beyan bilgi sisteminin ortak tasnifleriyle uyuşmaktadır. Bu tasnifin isimlendirilmesini ve sıralamasını, İbn Bacce ve Farabi’den yola çıkarak şöyle yapabiliriz: 1. Tedbiru’l-Mütevahhid, 2. Tedbiru’l-Menzil, 3. Tedbiru’l-medine.

Birincisi “şahsiyetin inşasına”, ikincisi “ailenin inşasına”, üçüncüsü “toplumun inşasına” tekabül eder. Bu üç unsur birbirini doğrudan etkiler. İnsan teki inşa edilmeden aile inşa edilemez, aile inşa edilmeden toplum inşa edilemez. Birincisi ibadet ve ahlak, ikincisi terbiye ve muaşeret, üçüncüsü adalet ve siyaset konularına girer.

Dihlevi’nin eserini, bu kadim üçlü tasnifin ruhuna uygun olarak düzenlediği ilk bakışta fark ediliyor. Onun şahsiyetin inşasının anahtar kavramı olarak “edebi”, ailenin/evin inşasının anahtar kavramı olarak “hürriyeti”, toplumun/devletin inşasının anahtar kavramı olarak da “adaleti” almış olması, gerçekten vurgu yapılması gereken bir noktadır. Hele ikincisinin temeline “hürriyeti” yerleştirmesi çok anlamlı olsa gerektir.

Huccetullahi’l-Baliğa bir delil hazinesi. Sadece sıradan okurun değil, mütefekkir ve ilim adamlarının önünde ufuklar açan, zihninde şimşekler çaktıran nice delile rastlayarak şaşıracaklarına hiç şüphe yok.

Şu bir gerçek ki, bir kitap ne kadar titiz kaleme alınmış olursa olsun, onun yazarı ne kadar büyük bilgin olursa olsun, mutlaka zayıf yanları vardır ve olacaktır. Huccetullahi’l-Baliğa’nın da var. Özellikle hiçbir ayıklamaya tâbi tutulmayan rivayetler, bu kitabın yumuşak karnını oluşturuyor. Okur kitapların pirinçlere benzediğini, pirinçlerin yenip taşların atılması gerektiğini aklından çıkarmamalıdır.

Bu arada, elime geçen konu hakkında yapılmış Arapça bir çalışmayı ehline duyurmak isterim: El-Fikru’l-İslami ‘inde’l-İmam Veliyyullah ed-Dihlevi, Muhammed Salih b. Ahmed el-Ğarsi, 2001-Konya (Tel: 0332 251 76 22).

Yorum Yaz