Birşey ahlaki olmadan, İslami olur mu?

Çarşamba yazımızda, İslami kimliklerini öne çıkararak siyaset yapan kadroların “tevbe gibi bir özeleştiri ihtiyacından” söz etmiştik.

Aynı gün, Marmara FM, “Medya Gündemi” programını bu yazıya ayırdı. Orada, “tevbe” gibi dini bir kavramın “siyasal özeleştiriyle” alakası soruluyordu. Verdiğimiz cevap aşağı-yukarı şöyleydi:

Tevbe yapılan hatanın tüm vicdani sorumluluğunu üstlenmek ve söz konusu hatanın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırma kararlılığını sergilemektir. Bu anlamda samimi olarak yapılmış her tevbe, mükemmel bir özeleştiridir. Her özeleştirinin “tevbe” olması ise, yapılan hatanın insan-insan ilişkilerine yönelik ahlaki sorumluluğunun yanında, insan-Allah ilişkilerine yönelik ahlaki sorumluluğunun da üstlenilmesine bağlıdır.

“İyi” ve “kötü”den söz edilen her yerde, bir “değer yargısı sisteminin” varlığı kabul edilir. Siyasetin de iyisinin ve kötüsünün olduğu bir gerçektir. O halde “iyi siyaset” neye göre “iyi”dir, “kötü siyaset” neye göre “kötü”dür? “İslam”, iyi ve kötüyü belirlemede önceliği Allah’a vermektir, şeklinde tanımlanacak olursa; “Müslüman” da, tüm değer yargılarında referans olarak İlahi olanı alan kimsedir, şeklinde tanımlanabilir.

İşte bu anlamda Müslüman olan biri, yapacağı siyasetin, önce kendi değer yargıları sisteminde neye tekabül ettiğini bilmek zorundadır. Tabi ki, bu yapacağı her işte olduğu gibi, yapacağı siyasette de hareket noktası olarak mensubu bulunduğu inanca ait değerler dizgesini esas alma mecburiyetini peşinen getirir. Eğer biri ya da birileri, Müslüman kimlikleriyle siyasete atılıyorlar, fakat yaptıkları siyaseti bu kimlikten bağımsız ve soyutlayarak yürütüyorlarsa, bu vahim çelişki, her şeyden önce kişilikle ilgili ahlaki bir problemden kaynaklanır ve adı farklı konulmalıdır.

Pazartesi günkü yazımda “Siyaset özü itibarıyla kötü olsaydı, Allah’ın siyaseti olmazdı” demiştim. Elbette, kimse, siyasete özü itibarıyla “kötü” damgasını vuramaz. Onu “kötü” kılan, uygulayıcılardır.

Özü itibarıyla “iyi” olan siyaset, özü itibarıyla iyiliğin iki ayaklı mümessili olması gereken “Müslümanlar” tarafından yapılınca ortaya katlanmış bir “iyilik” çıkması gereken yerde, niçin bazen katmerli bir “kötülük” çıkabilmektedir? İşte bu “niçin”in cevabının “siyasi” değil “ahlaki” alanlarda aranması gerektiğini düşünüyorum.

Müslüman siyasi kadroların en büyük problemi, öyle zannedildiği gibi, “Müslüman kitlenin İslami-siyasi taleplerini siyasete taşıyamamış olmaları” değildir. Bu elbette önemlidir ve misyonlarının gereğidir de. Fakat bundan daha da önemli olan, Müslüman siyasi kadroların “İslam ahlakını siyasete tam anlamıyla taşıyamamış olmalarıdır.” Belediye seçimlerinde elde edilen görece başarı, bizce, “İslami-siyasi taleplerin siyasete taşındığı için değil” -ki yerel yönetimlerin yapısı buna zaten müsait değildir-, “İslam ahlakının” siyasete bir nebze de olsa taşındığı içindir.

İslam ahlakı, samimi olmayı, sözüne sadık kalmayı, va’dinden dönmemeyi, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamayı, hakkı her ortamda haykırmayı, gücün ve güçlünün önünde eğilmeyip dik durmayı, güvenmeyi ve başkalarına güven vermeyi, onur ve haysiyeti muhafaza etmeyi, aldatmamayı ve aldanmamayı, şecaati, celadeti, izzeti ve sebatı emreder.

Ben, kendi payıma, ahlakı olmayan bir siyaseti, dini olmayan bir siyasetten daha tehlikeli bulurum. Kaldı ki, ahlakı dinden, dini ahlaktan ayırmanız da mümkün değildir. O zaman ortada ne ahlak kalır, ne din. Çünkü hiçbir ideoloji insanda bir vicdan yaratamaz; insanda bir vicdan yaratan yegane değer sistemi “dindir”. Kant’ın da itiraf ettiği gibi, işte bu nedenle “dinsiz” bir ahlak sistemi geliştirilememiştir.

Şu halde, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir şey ahlaki olmadan dini olamaz.

İslami kimlikleriyle siyaset yapan Müslüman kadrolar, siyasete önce İslam’ın eşsiz ahlakını taşımalıdırlar. İşte o zaman, İslam’ın siyasetini, iğfal edilmiş mevcut siyasete taşımakta zorlanacaklarını hiç sanmıyorum.

( 23 Nisan 1999 )

 

Yorum Yaz