Bizim laiklerin tanrı tasavvuru 03 Eylül 2005 00:00

Kendilerini doğuştan imtiyazlı sınıf olarak gören bizim laiklerin içerisinden tanrı tanımazları çıkın, geriye kalanın hatırı sayılır bir kısmının tanrı tasavvuru;

“Kamusal alana karışma!”

“Siyasete karışma!”

“Ticarete de karışma!”

“Devlete hiç karışma!”

“Eh artık anla Tanrım, dünyaya, dünyamıza, hayatımıza karışma!”

Bu öyle bir tanrı tasavvuru ki, bu tasavvurda Tanrı onların ne yapacağını değil onlar Tanrı’nın ne yapacağını belirler. Tanrı onlara değil onlar Tanrı’ya emir verirler.

Bunun anlamı “Tanrı atamak”tır. Düşünün hele bir, “atanmış” bir Tanrı, Tanrı mıdır? Gerçekte onu atayan kendini tanrılaştırmış değil midir? Bu durumda en basit anlamıyla bile bir “Tanrı” inancının varlığından söz edilebilir mi?

Bu resmen nefsini putlaştırmak, kendini tanrılaştırmaktır. Atayan atanandan üstündür. Görev tayin eden, görev tayin edilenden yetkindir. Sınır çizen sınır çizilenden büyüktür. O halde bizim laiklerin “şuna karışma, buna dokunma” dercesine alan belirledikleri Tanrı tasavvuru aslında egoyu tanrılaştırmanın öteki adıdır. Bu tür bir egoizm ise, paganizmin en tehlikeli türüdür.

Bir kişi haddini aşmadan böyle dehşet bir günaha girişemez. Tanrı tayin etmeye kalkacak kadar haddini aşan ve Tanrı’sına emir verecek cüreti gösteren biri, hemcinsi olan insanlara neler yapmaz ki?

Tanrısına talimat veren bu haddini aşmış akıl için insanlara sınır koymak, onların hak ve özgürlük alanlarını daraltmak işten bile değil.

Böylesi bir aklın insanların neyi nasıl yapacaklarına, ne giyeceklerine, nerede nasıl bulunacaklarına, hatta neye ne kadar inanacaklarına varana dek belirleme hakkını kendinde görür. Cüreti bu raddeye varan biri insanlara alan tayin etmeyi, onlara kedi kişisel takıntılarından, önyargılarından, ideolojik dogmalarından yola çıkarak sınırlar çizmeyi anasının ak sütü gibi helal sayar.

Kur’an, haddini bilmezliğin bu türüne “Tağut” adını verir. “Tüm anlam ve çeşitleriyle azgınlığın dibini boylamak” demektir.

Tağut olmaya aday her akıl Tanrı’ya layık görmediği vasıfları kendine layık görmeye başlar. İnsanların ne giyeceği konusunda onları yaratan, besleyin, yaşatan ve dolayısıyla insanın zaaflarını çok iyi bilen Tanrı’nın kural koyma yetkisi yoktur onlara göre. Ama Tanrı’ya çok gördükleri bu yetkiyi kendilerine asla çok görmezler. Onların insanların ne giyeceği konusunda kural koyma ve bu kuralı zorla uygulama yetkileri vardır. Ölçü, herkesin kendileri gibi olmasını sağlamaktır. Çünkü herkes onlar gibi olmaya mecburdur.

Oysa Allah kural koyarken kendisini merkez olarak almaz, insanı merkez olarak alır. Dolayısıyla -haşa- tanrı tesettürlü olduğu için tesettürü emretmez. Bu gülünç olur. Tesettürü emretmişse bunu insan için, yarattığı insanın içgüdülerini, şehevi dürtülerini, ayartıcı benliğini bildiği için yapmıştır.

Yani Allah’ın insan için koyduğu her kuraldan bir tek tarafın çıkarı vardır; o da insan.

Fakat bizim laiklerin hemcinsleri için koydukları kurallar hep kendi çıkarlarınadır. Onlar kural koyarken kendilerini merkez alırlar. Ölçü onlardır.

Onlara uymayan yanlıştır. Cebren, kanun zoruyla, dayatmayla da olsa onlara uymak zorundadır.

Bu çerçevede Tesettürlü “öteki”, tesettürsüz “beriki” için “baskı unsuru” olma ihtimaline binaen tesettür yasaklanmalıdır. Fakat açık “beriki” için, tesettürlü “öteki”ne resmen ve dahi cebren baskı icra etmek mubahtır. Laik aklın adaleti budur.

Bu ülkenin laikleri “iyi olan kazansın” diyemedikleri ve bunun fiilen gerçekleştirecek adımları içlerine sindiremedikleri sürece, haktan, hukuktan, adaletten, dürüstlükten, eşitlikten söz etmeye asla hakları yoktur.

Laisizmin bu topraklardaki üç kutsalı “çıplaklık, faiz ve içki”dir. Ve hepsi de haram olan bu günahlara ilişkin laik hassasiyetlerin arka planında bencillik ve “günah savunması” yatar.

Bizim laiklerin yukarıda dile getirdiğimiz tanrı tasavvuru, Resulullah’ın davetine karşı savaşan Mekke kodamanlarının Tanrı tasavvuruna ne kadar da benziyor. Allah Resulünün “La ilahe illallah deyin kurtulun!” çağrısına neden Mekke’nin imtiyazlı sınıfı kılıçlarını çekerek cevap verdiler? Bu tek cümleyi söylemek çok mu zordu?

Evet, onlar bununla “Allah’tan bağımsız hiçbir varlık ve hayat alanı yoktur” gerçeğini itirafa çağrılıyorlardı. Onlarsa bu çağrıya evet demenin kendi sınıfsal imtiyazlarının sonu demeye geleceğini çok iyi biliyorlardı. Onun için Allah’tan gelen her talimata karşı histerik bir hırçınlıkla karşı çıkıyorlar, vahyin dediğinin tam tersini yapmayı marifet biliyorlardı.

Allah’ın gözetiminde bir hayatı kabullenmek, hesabı verilebilir bir hayat yaşamayı kabul etmekti. Onlarsa sınıfsal imtiyazlarının devamını sağlayan zulüm ve baskı dahil, hesabı verilemeyecek bir hayatı tercih etmişlerdi. Onun için de “hesap soracak” hayata müdahil aktif bir Tanrı inancı yerine “hesap sormayacak” hayat dışı pasif bir Tanrı inancını yeğlediler.

Bizim laiklerin “iç çelişkilerinin” kaynağı işte bu tasavvurdur.

 

Yorum Yaz