Bu ülke ne?

Genelkurmay Başkanı’nın siyasi içerikli konuşmasının, kendisine “demokratik” diyen bir devlette ne anlama geldiğini, “Bu ülkeyi biz yönetiyoruz!” diyen siyasiler düşünsün.

Eğer onlar bunda “sakil” bir durum görmüyorlarsa, söyleyecek söz yok. Kendi düşen ağlamaz.

Siyasetçiler milletten aldıkları emaneti savunamıyorlarsa, millet de onlar hakkındaki değer hükmünü değiştirir. İktidar, yönetenlere milletin tevdi ettiği bir emanettir. Emanete sadakat, o emanete sahip çıkmayı gerektirir. Milletin “Bize siyaset et!” emaneti miras-ı peder değildir ki, siyasetçi, kendisini sağlama almak için, üzerine yürüyen her güç sahibine ondan bir parçayı “sus payı” olarak versin. Bu durumda emanet zayi edilmiş demektir.

Bu ülkedeki “askeri vesayet rejimi” görüntüsünün tek sorumlusu Asker olmadığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bu görüntüye sessiz kalan, hatta çanak tutan siyasetçi de en az bu görüntüye sebep olan asker kadar sorumludur. Yönetimde bir zaaf ve boşluk varsa, o zaaftan istifade eden, durumdan vazife çıkartan, o boşluğu doldurmak için hazır kıta bekleyenler hep olur. Asıl olan yönetimde zaaf göstermemek, boşluk bırakmamaktır. Bu zaafı gösterenlerin, bu boşluğu bırakanların, böylesi bir sonuçtan şikayet etmeye asla hakları yoktur.

Bize de laf düşmez.

Gelelim Genelkurmay Başkanı’nın “Bu ülke İslam ülkesi değildir” demesine.

Bu eğer bir sürç-i lisan değilse, korkunç bir hatadır.

Birincisi mantık hatasıdır. Hem kalkıp yüzde 99’unun Müslüman olduğunu söyleyeceksiniz, hem de “İslam ülkesi” olduğu gerçeğini inkar edeceksiniz. Yüzde 99’u altın olan bir metale “altın”, bakır olana “bakır”, demir olana “demir” denilir. Yüzde 99’u kara olana “kara”, ak olana “ak” denilir.

İkincisi, uluslararası ilişkiler ve Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmalar açısından hatadır. Türkiye İKÖ üyesidir. Üstelik İKÖ’nün dönem başkanı teşkilat tarihinde ilk defa Türkiye’den seçilmiştir. Yine Türkiye İSEDAK, IRCICA gibi İslam ülkeleri arasında oluşturulmuş ekonomi ve kültür örgütlerinin üyesidir. Üstelik ikincisinin merkezi Türkiye’dir.

Üçüncüsü, stratejik hatadır. “Bu ülke İslam ülkesi değildir” demekle iş bitmiyor. Sözünüzün gerisini düşünmeniz, hesap etmeniz gerekiyor. Sorarlar adama: “E, ne ülkesidir o zaman?” diye.

Siz bu cevaba “Laik ülkedir” derseniz, kendinizle çelişmeniz bir yana, kendi bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz. Laiklikle İslam’ı karşı karşıya yerleştirmiş olursunuz ki bundan kesin ve net şu anlam çıkar: Laikler Müslüman değildir, Müslümanlar laik değildir. “Bu böyledir, değildir” demiyorum. Bunu siz söylemiş oluyorsunuz. Böyle bir mantık, laikliğe bir din muamelesi yapmaktır, bir. Laikliği, İslam’ın alternatifi ya da karşıtı olarak görmektir, iki. Devlet laikliği bir tarz olarak tercih edebilir, fakat millet laik olmaz, olamaz, üç. Kendini laik olarak tanımlayanlar, aynı zamanda bunu Müslüman olmamak anlamında kullanıyorlarsa, bu onların bileceği bir iştir. İslam bir değerdir. Kimse ona girmekle değer katmaz, olsa olsa ondan değer alır, bu da beş.

Asıl bu ülkenin İslam ülkesi olmadığını söyleyen Org. Özkök’ün cevaplaması gereken başka bir soru var. Bugüne kadar bir takım Müslüman kişi ve guruplar bu ülkenin İslam hukukundaki statüsünün “Daru’l-Harb” (İslam’la ve Müslümanlarla harp halindeki ülke), “Daru’l-Küfür” (İnkarcı ülke), “Daru’r-Ridde” (İslam’dan dönmüş, irtidat etmiş ülke) statüsü olduğunu söylediler. Bunlar arasında âlimi de vardı, cahili de vardı. Böyle inanan insanlar bu hükümlerini İslam Hukukunun klasik kaynaklarındaki “dâr hukuku” ile delillendirdiler. Buna dair risaleler bile yazıldı, ortalıkta dolaştı, binlerce, onbinlerce insanın eline geçti, okundu.

İyi hatırlıyorum, 12 Eylül askeri rejimi, bu görüşe karşı kapsamlı bir mücadeleye girişti. İslami camiada tanınmış ve hatırlı kimselerden bu görüşe karşı çıkanları destekledi, onları teşvik etti, hatta onların yazdığı karşıt risaleleri (sipariş usulü yazdırıldığı da söylendi) bizzat bastırdı ve dağıttı. Bu ülkenin Daru’l-İslam olmadığını isbat için yazılan eserler yasaklandı, toplatıldı, bunu savunanlar yasal takibe uğradı ve cezalandırıldı.

Öteden beri kişisel kanaatim odur ki, İslam hukukunun klasik “dâr fıkhı” ve onun kavramsallaştırma yöntemi, bugünü açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu İslam hukukunun kusuru değildir. Çünkü “dâr fıkhının” tedvin edildiği dönemde Kâsânî gibi bir-iki alim hariç, İslam ümmetinin bir gün bu durumlara düşeceğini kimse öngörememişti. Sanırım mevcut durumu açıklamak için “dâru’l-meçhul” (!) gibi yeni “dâr” kavramları ihdas etmek gerekiyor.

İmam Şafiî’nin o dâhice görüşüne göre, bırakın kahir çoğunluğu Müslüman olan ülkeleri, Endülüs/İspanya bile bir “Dâru’l-İslam”dır. Şafiî’ye göre, geçmişinde İslam’ın hakim olduğu bir toprak, daha sonra isterse “gayr-ı Müslimlerin” istilası altına girsin, o ebediyen İslam toprağıdır.

 

Yorum Yaz