Bu ülkeyi “orta malı” edenlerin geçmişi üzerine

“Soysuzlaşmak” ya da “soysuzlaştırılmak”. Hangisini tercih ederseniz edin, bu ülkenin getirildiği acıklı durumun ifadesi bu.

Yerini kaybetmiş, ya da yerinden edilmiş bir ülke burası. Dolayısıyla “yerlisi yersiz, yersizi yerli” gibi görülen bir ülke. 150 yılı aşkın bir süreden beri yönetenleriyle aydınlarının el ele vererek ihanet ve entrika yarışına girdiği bir “Bizans sarayı”.

Buralara nerelerden geçip geldiğimizin hikâyesi uzun. Anlatması güç olur. Zaten, tafsilatıyla anlatayım dersen, suç olur. Fakat bu dramatik, bu trajik, üstelik bir o kadar da komik hikâyeyi bilmeden, bu günü anlamak ne mümkün?

Yakın geçmişin hikâyesini bilmek bugünlerde olan biteni anlamanın gerek şartı, fakat yeter şartı değil. Bu şartın yerine gelebilmesi, söz konusu hikâyenin bütün kahramanlarını gerçek kimlikleriyle tanımaya bağlı. Yani, maskelerinden arındırılmış kimlikleriyle.

Size kahraman diye belletilenlerin maskelerini çıkarın.

Size hain diye belletilenlerin maskelerini de…

Göreceğiniz şudur: “Kahraman” ve “hain” aslında gerçek kişilere ait gerçek sıfatlar değildir. Sahte yüzlere, yani maskelere ait sahte sıfatlardır. O kadar çok ki, hangi birini sıyıracak, hangi birini deşifre edeceksin?

Tarihinizi bilmeden tarih yazamazsınız. İyi de, konulan bunca ipotekle, bunca tabuyla tarihinizi nasıl bileceksiniz? Tarihe mal olmuş şahsiyetlerin sırtına giydirilen bunca koruma zırhını delip de, nasıl gerçeğe ulaşacaksınız?

Bu ülkenin geçmişini karanlığa mahkum edenler, bu gününün de kararmasına neden olanların ta kendileri. Aynı akıl, geleceğini de karartmak için elinden geleni ardına koymuyor. Hepsi de bir tür dokunulmazlık zırhına bürünmüş durumda.

Biz, bu zırhın ardından dolanarak, “31 Mart” (Miladi takvimle 13 Nisan 1909) olayları bağlamında, malum eller tarafından birine “kahraman” diğerine “hain” maskesi geçirilen iki örneği ele alalım.

Önce Cemiyet-i İlmiyye’nin resmi yayın organı tarafından “Mübarek” vasfıyla tebcil edilen Hareket Ordusu’nun ne kadar “mübarek” olduğunu, dönemin bizzat tanığı olmuş Şerif Paşa’nın hatıratından aktaralım:

“Şehre girmeden sırf Meşrutiyeti muhafaza ve hürriyeti yerleştirme duygularıyla çaba harcayacaklarını ve kesinlikle tarafsız hareket edeceklerini beyannamelerle taahhüt eden Hareket Ordusu, daha girdiği andan başlayarak İttihat ve Terakki hesabına hiç yoktan kan dökerek, can yakarak, özellikle hürriyetçi insanlardan ele geçirdiklerini tutuklayarak verdikleri sözde durmadı. Böylelikle Haçlı baskıcılığına, çapulculuğuna çok benzeyen, menfaat peşinde koşan kimselere mahsus bir acelecilikle yağmacılığa, talana koyuldular. Bu hürriyet kahramanları (!) birkaç gün içinde Yıldız sarayından vükela konaklarına, hatta bir sürü zavallının meskenine kadar irticayı yerle bir etme hürriyetçi düşüncesiyle (!) başvurdular. Taraf taraf medreseleri gezerek zavallı binlerce hocayı Bekirağa Bölüklerine, daha sonra da sessiz sedasız hiç acımadan, vahşice Mezar Zindanlarına aktarıverdiler. Vahşette bu kadar ileri gidenlerin, nasıl bir kimlikte olmaları gerekir?” (S. 50-51)

Şerif Paşa merak buyurmasınlar. Onların nasıl bir tıynette oldukları, bugünden geriye bakınca çok daha iyi anlaşılıyor. Anlamak için o kadar geriye gitmeye de gerek yok. Bu günkü kalıntılar yeter de artar bile.

Bu “hürriyetçi” yaftasıyla kahraman ilan edilen Hareket Ordusu’nun gerçek yüzü. Aynı olayda “saltanatçı, İngilizci” vs. gibi sıfatlarla yaftalanıp “hain” maskesi geçirilen hayli masum insan var. Bunların başında Derviş Vahdeti geliyor. Tanin gazetesinde “Şeriat İsteriz” başlıklı bir makale yayınlanmıştır. Bu makalenin maksadı “şeriat” gibi yasa ve hukuku temsil eden dînî bir kavramı istismar ve alttan alta da kışkırtma îmâsı içermektedir. Vahdeti, işte bu yazıya cevaben, meşum ayaklanmaya sadece 25 gün kala, şunları yazar:

“Biz şeriatın sancaktarıyız ama ayaklanmayla, hücumla değil, kalemle. (…) Dindarane teşebbüsleri idare edenlerin arasında çok murdar olanlar vardır. Bunlar öyle dinsizlerdir ki, şeriatı müfsit emellerine alet ederek şimdiye kadar çok melanetler ettiler. Yine hamiyet sahiplerini elde ederek hainlik etmeye çalışırlar. (…) Şeriat istemek istibdat istemek değildir. Tam hürriyet, ilim ve yükseliş, şeriat sayesinde olur…” (Volkan, sayı 64)

Şimdi hangisi hürriyetçi, hangisi zorba ve baskıcı bunların? Ya da hangisi “kahraman” hangisi “hain”?

Asıl ihanet gerçeğe ihanettir. Bu ülkeyi bugün geldiği uçurumun kenarına sürükleyenler, işte bu ihanetin failleridir.

Aynı oyun bugün de devam ediyor. Ak ve kara, iyi ve kötü, adalet ve zulüm, savaş ve barış, inşa ve imha, sevap ve günah bugün de birbiriyle takas edilmeye çalışılıyor. Üstelik buna alışmış olan hakikat katilleri eliyle.

Gerçeği çarpıtmanın bir cezası olmalı. Hayır, öte dünyadakinden söz etmiyorum. O zaten belli. Fakat ben bu dünyadaki cezasından söz ediyorum. Gerçeği çarpıtanlar, kavramları sahte adreslere iliştirenler, bu yaptıklarının cezasını mutlaka çekmeliler.

Nasıl mı?

Elbette maskeleri düşürülerek, cehaletleri ve ihanetleri sergilenerek.

Yorum Yaz