Bulanık suda av olmak da bir, avcı olmak da

12 Eylül darbesine zemin hazırlamak için sağ-sol kapışmasının derin odaklar tarafından tırmandırıldığı o bulanık günlerde yaşadığımız en dehşet örneklerden biri şuydu:

Bir silahın kriminal muayenesi yapıldığında, günün sabahında bir “solcuyu” öldüren silah, o günün akşamında bir “sağcının” canına kıymıştı.

Anlayacağınız, suyu bulandıranlar av mevsimini açıyorlar, fakat kendileri kenara kaçıyorlardı. Kışkırttıkları çevrelerse, avlanma niyetiyle suya dalıyorlar ve genellikle av oluyorlardı. Kazanan tabii ki, suyun başını onu bulandırmak için tutan karanlık ve derin odaklar oluyordu.

Biz bu yöntemi 31 Mart Olayı’ndan (Miladi takvimle 13 Nisan 1909) hatırlıyoruz. Selanik’ten “Padişahımızı ve Şeriatı koruyacaksınız” gerekçesiyle İstanbul’a getirilen Avcı Taburları’na Meşrutiyet’i koruma-kollama görevi verilmiş, İttihat ve Terakki’nin bu ikiyüzlü oyununa, halkının değerleriyle tanışık olmayan İttihatçı subayların askerin guslüne dahi engel olmaya kadar vardırdıkları kışkırtıcı tavırlar da eklenince, zaten bir kıvılcım bekleyen Avcı Taburları ayaklanmıştı. “Ayaklanmıştı” dediğime bakmayın, “ayaklandırılmıştı” düpedüz.

Ve arkasından gelsin sıra sıra darağaçları. İttihat ve Terakki subayları, Sultan Abdülhamit monarşisinden bin beter bir baskı ve şiddet yöntemiyle asmışlar, kesmişler, kırmışlar, dökmüşler, istediklerini ifna, dilediklerini ihya etmişlerdi.

Tabii, 31 Mart provokasyonunu hazırlayanların vurduğu ikinci kuş, muhalif basın olmuştu. İlginç olan nedir, biliyor musunuz? 31 Mart fitilini ateşleyen olay, İttihatçıların muhalifi Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey’in, bir İttihatçı subay tarafından öldürülmesiydi.

İttihatçılar, yemeyi gözüne kestirdiği kuzuya, kendisi suyun üst tarafında durduğu halde “suyumu bulandırma” diyen kurt rolünü oynuyorlardı. 31 Mart Olayı’nın ardından, korkunç bir temizlik başlatan İttihatçılar, bu provokasyon sayesinde tüm muhalifleri susturmuş, önde gelen muhalif yazar, politikacı ve ilim adamları ya darağacına çekilmiş, ya da Sinop’a sürgün edilmişti.

Said Nursi’nin de idamla yargılandığı bu sindirme operasyonunda bir parti halini alan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kapatılmış, gazetesi Volkan susturulmuş, başyazarı Vahdeti asılmıştı. Said Nursi, işte bu haksızlıklara karşı “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye haykıracaktır; hem de, Fransız devriminin giyotinli adaletini hatırlatan “İttihatçı adaletinin” mahkeme reisi kılıklı paşasının yüzüne beraber.

Akit, canhıraş bir çığlıktır. 

Biz bu oyunu, o gün bu gündür seyrediyoruz. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Tek Parti’ye karşı güçlenmeye başlayınca, sebepleri çok açık olmayan biçimde bir isyan çıkacak ve muhalefet susturulacaktır. Bilir misiniz, Şeyh Said isyanının iki numaralı adamı ve isyanın tek sevk ve idarecisi Binbaşı Kasım, aslında ajandır. Bacanağı olan Şeyh’i isyana sürükleyen bu adam, en sonunda Şeyh’i silahla tehdit ederek teslim alan adamın ta kendisidir. Ajanlığına ödül olarak, Aydın’da kendisine bir çiftlik verilecektir.

Bu oyunun ardından, muhalif TCF’nin kapatılıp İstanbul basınının Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanması, elbette İttihatçı geleneğine uygun bir muhalif susturma yöntemidir.

Aynı oyun Serbest Fırka güçlenmeye başlayınca da oynanacak, tezgahlandığı ayan beyan ortada olan Menemen provokasyonuyla, “haritada Menemen’in yerini dahi bilmeyen” adamlar, darağacında sallandırılacaktır. Ve tabii, tüm muhalifler bir kez daha susturulacaktır.

1952’de 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun nasıl çıktığını hatırlıyor musunuz? Şu anda yürürlükte olan ve yüzlerce insanın canını yakan ve hala da yakmaya devam eden bu hukuk mantığına aykırı yasa, o dönemde Atatürk heykellerine saldıran ve bugün yerlerinde yeller esen ve çoğunuzun ismini dahi hatırlayamadığı mistik bir grubun yaptıklarına tepki olarak çıkartılmıştı.

Atatürk büstlerinin yerine yenileri dikildi, fakat anti-demokratik yapısıyla 5816 ifade ve eleştiri özgürlüğünün önünde hala bir dağ gibi dikilmeye devam ediyor. İster istemez insan şu soruyu sormadan edemiyor: Kıranları biliyoruz da, kırdıranlar kimdi?

Bu soruyu sormam boşuna değil. Hem, “Öyle şey olur mu? Atatürkçü geçinen derin odaklar, heykellere nasıl saldırtır?” demeyin. Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu evi bombalayan kimse, çıka çıka bir MİT ajanı çıkmamış mıydı?

Ya 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül öncesi yapılan kışkırtmalar, provokasyonlar? 12 Eylül darbe sürecini başlatan en kanlı bombalama eyleminin Yükseliş Koleji’ne atılan bomba olduğunu, Mumcu’nun tespitine göre bu bombanın da o dönemde yalnızca askeriyede kullanıldığını nasıl unutabiliriz?

Evet, suyu bulandıranlar “av mevsimini” açtılar. Akıllı olan bulanık suya girmesin. Avlarım diye girenlerin dahi av olup avlandığı bir hercümerçtir bu.

Aklıselime, her günkünden daha fazla ihtiyacımız var.

Akit, canhıraş bir çığlıktır. Halkın haykıran dili olan Akit susmamalı, susturulmamalı.

( 1 Kasım 1999 )

 

Yorum Yaz