Bülbülün ötüşü, bülbülün gülü yorumu mudur?

ASAM müzakerelerinin bu ay ki konusu hermenötik idi.

Kısaca “yorum bilim” ya da “yorumsama” diye adlandırılan hermenötik, bir lafzı anlayanın hem kendisinin nerede durduğunun, hem anlamak istediği metnin, hem de hakkında konuşulan dünyanın farkında olma çabasıyla anlamadır.

Hermenötik, bir anlama-yorumlama yöntemi olarak 17. yüzyılın sonlarında Batı’da ortaya çıkmış. Çıkış amacı, Hıristiyan dini metinlerini yorumlamak. Derrida, hermenötik için “Varlığını dinsel metinlerin yorumlanmasına borçlu” diyor. İşe bakın ki, tam da Batı Aydınlanması’yla yaşıt. İşte, beni bu nokta işkillendirdi.

Batı, Aydınlanma Çağı’na kadar dinî metinleri yorumlamıyor muydu? Aslında, Pavlus Hristiyanlığının kendisi baştan sona bir yorum değil miydi? St. Pavlus, Eski Ahid Şeriatı’nın en temel kurallarından biri olan sünnet emrini, “kalbin sünneti” yorumuyla (İncil, Romalılar 2:28, 29) bir kuşa çevirmemiş miydi? Daha da kötüsü, tümden şeriatı/yasayı dışlarken dahi suret-i haktan görünmeyi nasıl da beceriyordu? İnsanlığın değişmez değerlerinin Hz. Musa şeriatındaki karşılığı olan 10 emri (kendisi ‘yasa’ diyor) by-pas ederken Pavlus’un tumturaklı gerekçesine bakın: “Yasa/şeriat sizlere günahı öğretti, Yasa/şeriat olmasaydı günahı da tanımayacaktınız… İsa ise sizi Yasadan ve dolayısıyla günahtan kurtarıyor.” (İncil, Rom. Mek.)

Gerçek bu iken, 17-18. yüzyıllar Batı Aydınlanmacılığı’nda “yorum”un tekrar öne çıkmasının bir nedeni olmalıydı mutlaka. Bu neden, dine sarılınca akla sırt çeviren, akla sarılınca dine sırt çeviren Batı’nın dengesiz ve dikotomik tabiatında saklı olabilirdi. Anlaşılan oydu ki, Batı, Aydınlanma’yla mutlaklaştırdığı pozitivizm silindirini dini metinlerin de üzerinden geçirmek için, bu yönteme sarılmıştı.

Bunun anlamı, tahrif olmuşu bir daha tahrif etmek olabileceği gibi, kimi zaman da tahriften kurtarmak olabilirdi. Fakat şu bir gerçekti ki, Hermenötik de dahil hiçbir Batılı yöntem ve disiplin, Batı’yı oluşturan Yunan felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyan/Kilise ahlakı üçlüsü göz ardı edilerek anlaşılamazdı ve aynıyla bir başka medeniyet ve dine taşınması fecaatle neticelenebilirdi.

Sanırım, başta Türk Modernleşme Projesi’nin mimarları olmak üzere, tüm ‘Batı modernliği ithalatçıları’nın anlayamadığı da bu noktaydı. Hermenötiği yapıbozum (dekonstrüksiyon) yöntemiyle zirvesine taşıyan ve yüzyılın ilk yarısında hakim olan yapısalcılığı Post-Modernistlerin modernizmi ‘yere serdiği’ (!) gibi/kadar yere seren Jaques Derrida, “İman ve Bilgi: Basit aklın sınırlarında ‘din’in iki kaynağı” adlı çok ilginç tebliğinde (Toplumbilim, Derrida özel sayısı) “tolerans” (hoşgörü) kavramını dahi Hıristiyan patentli bir kavram olarak görürken haksız mıydı? Derrida diyor ki: “…hoşgörü kesin anlamında önce belli bir Hıristiyan evcilliğine aittir. Harfiyen -bu ad altında demek istiyorum- Hıristiyan cemaatinin bir gizi vardır burada. Bu, Hıristiyan imanı adına basılmış, yayılmış ve dolaşıma sokulmuştur… Hoşgörü dersi, her şeyden önce, Hıristiyan’ın çoğunlukla önce kendisinin işitmeyi öğrenmesi gerekse de, dünyaya ancak kendisinin verebileceğini düşündüğü örnek dersti.”

Peki “Hıristiyan imanı adına basılmış, yayılmış, dolaşıma sokulmuş” hoşgörü gibi ‘insanî’ ve görece ‘evrensel’ bir kavramı dahi bağlamından koparamazken, laiklik, demokrasi, modernleşme, ilerleme, gelişme gibi kavramları nasıl ait olduğu kültürden kopararak anlayabilir ya da tanımlayabiliriz? Zaten Derrida da yukarıdaki alıntıyı kestiğim yerde öyle diyor: “Bu açıdan Aydınlanmanın özü de Hıristiyan’dı.”

Bütün bu gerçeklere rağmen hermenötik, elverişli hale getirilerek İslam’ın dinî metinlerini yorumlama konusunda da kullanılamaz mı?

Bu, öyle hemen, çalakalem cevaplanacak bir soru değil. En başta, hiçbir mü’min için yorum ‘sınırsız’ değildir. Yorumun sınırları, imanın çizdiği sınırlardır. Bu anlamda, ünlü hermenötikçi Gadamer’in yorumsama teorisi işe yarayabilir. Gadamer’e göre insan anlama faaliyetini yaparken ön fikirlerden kurtulamaz. Öyleyse yapılacak şey bunlardan kurtulmak yerine doğru olmalarını sağlamaktır. Fakat Gadamer, “doğru”luğun mihenk taşının ne olduğunu göstermez.

Bizce o imandır. Bu alana kendisini hasreden Doç. Dr. Zeki Özcan’ın çizdiği şu sınır, bu anlamda hermenötik için çizilebilecek en iyi sınırdır: İman, her hermenötiğin sınırı olduğu gibi, her yorumun hermenötik olmayan kaynağıdır.”

İslam’ın anlama teorisinin, Batı’nın anlama teorisi olan hermenötikten temel vasıflarıyla ayrıldığı kanaatindeyim. Hermenötik, anlayan özneyi esas alıp anlaşılanı ‘nesneleştirirken’, İslam anlama teorisi bunu tek taraflı değil de çift taraflı, tabir caizse çift özneli bir faaliyet olarak görür. Bu çift taraflılığı “ma’na-mefhum” kavramları temsil eder. Birincisi olan ma’nâ (ma-a’nâ-hu: kendisinin kastettiği şey) “kendisini anlatan özne ya da obje”, ikincisi olan mefhum ise, ma’na’yı anlamak isteyen öznenin anladığı şey. Bu ikisi arasındaki mutabakat arttıkça, anlayan özne gerçeğe o kadar yaklaşmış olur. Ma’na’nın dayandığı şey hakikat, hakikatin ki ise “hikmet”tir.

Yere-göğe bakmamızı ve “Ma-halakte hâzâ bâtıla: Sen bunları boşuna yaratmadın!” diyerek algıladığımız her bir şeyi bir metin gibi okumamızı isteyen Kur’an’ın kendisi. İmanla bakan her göz, zaten gördüğü her şeyi, imanın koordinatlarına yerleştirdiği akleden kalbin imbiğinden damıtarak yorumlar.

O gözle bakınca şöyle demekten kendimi alamıyorum: Çiçek, doğanın güzelliği yorumudur; bülbülün ötüşü, bülbülün gülü yorumudur; namaz, beden dilinin duayı/kulluğu yorumudur; Kâbe, insanın Yaratan karşısındaki acziyetinin yorumudur…

( 15 Ekim 1999 )

 

Yorum Yaz