Bunu da mı görecektik?

Her hafta onlarca e-mesaja cevap vermek tabii ki yorucu ve zor bir iş.

Bunlar arasından ihtisas alanımız olan tefsir ve dini ilimlerle ilgili sorulara öncelik veriyoruz. Elbette her soruya cevap verecek kadar cinnet geçirmedik. Hele saygısız ve nezaketsizse, onu okumaya dahi değer bulmuyor, hemen ekranımızı tathir ediyoruz.

Daha soru sormanın da bir adabı olduğunu bilmeyen ya da “sorun”larını “soru”ya tahvil ederek halledeceğini sanan veya cevabı ancak bir cilt kitap yazarak verilebilecek olan sorular elediğimiz cinsten.

Sakın “Soru sormanın da bir adabı olur muymuş?” demeyiniz. Hem de nasıl olur! Büyük usul alimi eş-Şatıbi, muhalled eseri el-Muvafakat’ın son cildinde onlarca sayfayı soru sormanın ve cevap vermenin yöntemine ayırmış.

Gelen mesajlar içerisinde tereddütsüz elediklerimiz arasında isimsiz mesajlar geliyor. Yazdıklarının altına adını yazma nezaketini ve cesaretini gösteremeyen insan, kendi kendisini ciddiye almıyor demektir. Kendini ciddiye almayanı bir başkası neden ciddiye alsın? Bu söylediklerim aynen “kod isimli” mesajlar için de geçerli. Esasen, saili (soranı) meçhul soru, faili meçhul cinayete benzer. Cevaplayan verdiği cevabın sorumluluğunun altına girecek, fakat soran sorusunun sorumluluğunu üstlenmeyecek, olur mu öyle şey?

Bu hafta, kod adla yazılmış bir mesaj aldım. Perhizimi bozup okuma külfetine katlandım. Ne güleceğimi bildim, ne ağlayacağımı. Ya kara mizahla karşı karşıyaydım, ya da ortada gerçekten vahim bir sapma örneği vardı. İşte bu “garabetten” bir kaç satır (vurgularına da virgülüne de dokunmadım):

“Devletin ve siyasetçilerin kutuplaşarak manyetik bir DEMİR gibi malum KATI tutumu karşısında baş örtüsü kullananlar “TANINMAMAKTA VE ÜZÜLMEKTEDİRLER” Müslümanlar kitabı hakkıyla değerlendirebilseler emin olunuz ki kişi ve toplum olarak tanınır, üzülmez ve korkmazlar. KURANDA AÇILIP SAÇILMAK YOKTUR. RUHBANLIK, RAHİBELİK VE SİMGESİ OLAN TURBAN DA YOKTUR. Bakınız ahzab 59 da “tanınıp üzülmesinler diye en uygun olanıdır” şeklinde ifade edilen ayette aslında kesin çözüm vardır.

Kadınlarımızın siyasal bir simge taşımayacak şekilde evdeki elbiseleriyle boyun seviyesinden ayağa kadar kapanıp baş örtüsü takmadıklarını bir düşünün bu takdirde hem tanınacaklar hem de üzülmeyeceklerdir…

“Biz DEMİRİ de indirdik ki onda BÜYÜK BİR ŞİDDET İNSANLAR İÇİN MENFAAT VARDIR. Hadid (demir) suresindeki 16. Ayette;”…onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri KATILAŞTI….” ifadesi bulunmaktadır. Hadid (demir) ise en katı maddeleri, sert ve şiddetli tutuma da işaret eder. İsra suresi 50 de : “deki: ister taş olsun ister demir” ifadesinde, insanın ne kadar katılaştığının ifadesi bulunmaktadır. Aynı surede (hadid-demir suresinde) İbrahim aleyhisselamın ismi geçmektetir. İbrahim, dinin yalnızca Allaha tahsis edilmesini ve istisnasız olarak ondan başkalarının vekil edinilmemesini temsil eden bir isimdir. Ki; Allah, Rasulullah aleyhisselatü vesselama dahi onun dinine uymasını emretmiştir. (nahl: 123) Aynı hadid suresinde adı geçen Nuh aleyhisselamın muhatapları ise yüzyıllarca süren katı tutumları ve inadı temsil eder. Nuh:7. “Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını KULAKLARINA tıkadılar. ELBİSELERİNE BÜRÜNDÜLER, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.” Davud ve İsa aleyhisselam ise, aynı dilden israil oğullarına hitab ediyor. (5:78) Aynı hadid suresi içinde demir hakkında belirtilen onda büyük şiddet ve menfaat vardır ifadesinde; katılaşan bu tutumların arkasında iki taraflı siyasal sertlik ve ekonomik, menfaatlerin bulunduğu. Bu, akledenlere bildirilen açık bir haberdir. …”

Dedim ya, kimdir, neyin nesidir, tanımıyorum. Ancak şap şekere, sap samana nasıl karıştırılır, bunun dehşet örneğiyle karşı karşıya olduğumuz kesin. Kahkahayla gülmek geliyor içimden, “Ya gerçekten böyle inanıyorsa? Ya bunun gibi başkaları da varsa?” soruları aklıma gelince, birden içimi hüzün kaplıyor. “Allah’ım sen aklıma mukayyet ol!” diyorum.

Zırva te’vil götürmez. Neresini düzelteyim? Bir adam kalkmış, almış bir meal eline kafasına göre seçmiş ayetleri, kafasını Kitap’a değil Kitab’ı kafasına uydurmak için Allah’ın ayetlerini “dolgu malzemesi” ya da “yalancı şahit” olarak kullanmış. Bunu da eline yüzüne bulaştırmış. Bu işi Kur’an’ı cinayetlerine kalkan kılan Hariciler (Hz. Ali’yi Kur’an ayetini şahit göstererek tekfir edip öldürdüler), Kur’an’ı yalancı peygamberliklerine şahit tutan Müseylime (Namazı Kur’an’ı delil göstererek ikiye indirdi, şarabın ve zinanın haram olmadığını ilan etti), Tuleyha el-Esedi (Namazda secdeyi Kur’an’ın emretmediğini söyledi), İran’da Bahaullah (Sömürgecilerin teşvikiyle Tesettür emrini iptal etti, kadın dâisi Gurratu’l-Ayn sahneye çıkarak sahte “peygamberinin” yeni emrince soyundu ve kadının herkes tarafından koklanmak üzere yaratılmış çiçek olduğunu savundu), Fatımî Mısır’ında Hamza b. Ali (Dürziliği inşa eden kişi; “Yeni dönemde ibadete ihtiyaç kalmamıştır” mantığıyla çıktı), Hindistan’da Ahmed Kadıyani (İşgalci İngilizler istediği için cihad ibadetinin Kur’an’da olmadığını söyledi) daha iyi becermişlerdi.

Allah’ın kitabını Allah’ın emrine karşı kullanışına mı yanayım?

“Kitaba uymak” adam gibi duruş istediği için, “kitabına uydurduğuna” mı yanayım?

Tesettür emrinin ruhundan habersizliğine mi yanayım?

Düşmanlarını dahi kendisine güldürecek kadar gülünçleştiğine mi yanayım?

Her birinin tek damla gözyaşını, bin elmasa değişmeyeceğim binlerce mağdur ve mazlum kızımızın acısıyla dalga geçişine mi yanayım?

Zalimin zulmüne çanak -çanak da ne, kazan- tutuşuna mı yanayım?

A kuzum, bu yöntemi, şu günlerde, “katliam emri” gibi kanımızı donduran itiraflarda bulunan Kenan Paşa’mız çok daha iyi yapıyordu. Hani, iyi hatırlıyorum, tankların gölgesinde gittiği Anadolu vilayetlerinde “sivil” görevlilerin doldurulduğu meydanlarda bir yandan başörtüsünün Ermenilerden geçtiğini söylüyor, bir yandan da delillendirmek için ayetler okuyordu. Bir başka yere gidiyor, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, o da engin ilmini konuşturarak başörtüsünü Bursalı kadınların yemeğe kıl düşmesin diye icat ettiğini söylüyordu. Yukarıdaki mantığın, flaş itirafçı ve dahi mütekait darbeci Kenan Paşa’mızın mantığından zerrece farkı var mı?

Diyeceksiniz ki; üzüldüğüne bak, bu tür kafa Müslümanlar arasında ender görülen bir “hilkat garibesidir”, kâle almaya değmez. Hayır, ben bir tane bile çıkmasına üzülürüm. Geçtiğimiz yıllarda bir dostum buna benzer bir “zihniyet garibesi” anlatmıştı: “Adam, 28 Şubat’ın İslâm için yapıldığını ciddi ciddi savundu ve “Siz söylentilere bakmayın; 28 Şubat’ın kahramanı falanca paşamız “tarikatçıların”, “nurcuların”, “Süleymancıların”, “mevlitçilerin”(!) kökünü kazıyıp gerçek İslam’ı bu ülkede iktidar edecek; iş bildiğiniz gibi değil!” dedi.”

Ağzım bir karış açık, hayretten dona kalmış bir şekilde, “Vay bee!” dediğimi hatırlıyorum.

Bundan böyle çenemi düşmüş görürseniz, kınamayın; bir yaşıma daha girdim.

Yorum Yaz