Büyük taş orada duruyor

Geçen yazımızda “gayr-ı müslim Türkler sorunu”nu ele almıştık.

Bu sorun, sistemin laiklik adına uyguladığı, yer yer dinle savaş boyutlarına vardırılan din karşıtı politikalarının bir ürünüdür. Bu kesin…

Sistem bir yandan İslam karşıtı politikalar yürütürken öte yandan paradoksal bir biçimde bu toprakları kendileriyle paylaştığımız “dini azınlıkları” da boş bırakmıyor.

İşte, Nazi Almanyası’ndan esinlenerek İnönü ve ekibinin 1940’larda gayr-ı müslim azınlıklara uyguladıkları “varlık vergisi” bunun en tipik örneği. Bu bir zulüm… Zulüm kime yapılırsa yapılsın, onun zulüm olma niteliğini değiştirmez.

Elbet bu ülkede gayr-ı müslim azınlığın gördüğü baskılar, Müslüman çoğunluğun gördüğü baskılar yanında solda sıfır kalır. Fakat öyle de olsa, hiç kimse çıkıp da diyemez ki, “Madem biz Müslüman çoğunluk baskı görüyoruz, o halde gayr-ı müslim azınlık da birazcık baskı görsün!” Başkalarının felaketi sizin saadetiniz olamaz ki…

Ya bu Nazi zulmünü, bugünlerde bir film bahanesiyle savunanlara ne demeli?

Üstelik hiç alakası yokken Osmanlı’yı falan da işin içine karıştırarak…

Kendini milliyetçilik suretinde tezahür ettiren ulusçuluk (ya da şovenizm) oldum olası istismar üzerine kurulmuştur. Türkiye ulusçuluğunun kökleri malum: “Kürtçülüğün Esasları ve Kürt Lugatı”nın yazarı Ziya Gökalp’i “Türkçülüğün Esasları”nı yazacak kadar değiştiren akıl hocasının, İttihatçı artığı bir zihniyet tarafından varlık vergisiyle cezalandırılan Yahudi azınlığa mensup, “Tekin Alp” takma adını kullanan Moiz Kohen olduğunu hepimiz biliyoruz.

Dedim ya, ulusçuluğun fikri nesebi hayli karışık. Bir Zaza olan Ziya Gökalp’i Türk ulusçuluğunun fikir babası olarak kurgulayanın bir Yahudi olması bir yana; Kürt ulusçuluğunun bu topraklardaki savunuculuğunun da Türk ırkına mensup bir anadan doğan birine havale edilmesine ne demeli?

Elhasıl, bu topraklarda ulusçuluk yapan birilerini gördüğüm zaman, -bu neyin ve hangi ırkın ulusçuluğu olursa olsun- hemen aklıma bu örnekler geliyor. Onun için de oldum olası adı yanlışlıkla “Milliyetçi” konulan ulusçulara hep kuşkuyla bakmışımdır. Kuşkum boşuna değil; altını karıştırınca istenmeyen kokular çıkıyor da ondan…

İsterseniz, bu günlerde Etyen Mahcupyan gibi fikir namusuna sahip sahici bir muhalif aydını linç etmek için seferber olan malum medyanın altını da siz karıştırın. Burnunuzun direği güçlüyse tabi…

Aklını Kur’an’a inşa ettirmiş bir Müslüman’ın ırklarla, renklerle, dillerle, cinsiyetlerle bir sorunu olamaz. Çünkü bütün bunlar seçimi insanın kendisine ait olan şeyler değildir. Dolayısıyla övünme ya da yerinme unsuru olamazlar. Kur’an üstünlüğün yalnızca “takva”da olduğunu söyler. Takva, sahibinin insanlık kalitesinden bağımsız olmayan bir “bilinç hali”dir. En aşağı derecesi “insanın eşyaya karşı sorumluluk bilinci”, en yücesi ise “insanın Allah’a karşı sorumluluk bilinci” anlamına gelir…

Kur’an’a göre, insanların dillerinin ve renklerinin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir. Yani bir dili yasaklamak Kur’an’a göre Allah’ın bir ayetini yasaklamak gibidir. Renginden, ırkından, soyundan dolayı bir insana kem gözle bakmak, aslında Allah’ın ayetlerine kem gözle bakmaktır.

Bizim milliyetçilerin istismar ettikleri “milliyet” sözcüğü, Kur’ani bir kavram olan “millet”ten türetilmedir. Kur’an’a göre “millet”in tanımı “bir inanca bağlı insan topluluğu”dur. Kur’an “İbrahim milleti”nden söz eder…

Görüyorsunuz ya; vahyin kavramlarını alıp vahyin amacının tam zıddına kullanan bir ideolojinin sadece fiziki nesebi değil, fikri ve akidevi nesebi ve karakteri de sorgulanmalıdır. Nesebi gayr-i sahih fikirlerin, zamanın her hangi bir döneminde yapılmış bir zulmü “bizden olsun da çamurdan olsun” mantığıyla savunmasında da bir gariplik görülmemeli.

Banker Kastelli’nin mutemet adamlığından siyasetin en üst basamaklarına tırmanma konusundaki becerisine hepimizin şahit olduğu “Salkımcı” bakanın kendini savunurken devirdiği çamlar mı?

Onun da, kendisine saldıranlardan bir farkı yok. Çemberin iki ucu gibi, sonunda gelip aynı ayıbın gözesinde buluşuveriyorlar. Saldıranlar da savunanlar da, iş sistemin kutsallarına gelince, yerlere kadar eğilip selam çakmayı “yiğitliğin” şartı olarak görüyorlar.

Fakat dikkat edin; büyük taş hep orada, yanlış yerde duruyor…

Kimse o büyük taşı yerinden oynatmaya, ya da yanlış yerde durduğunu söylemeye yanaşmıyor. Hasbel kader söyleyenlere ağır bedeller ödetiliyor. Bir kere söylese, anasından doğduğuna bin pişman edildiği için bir daha söyleyemiyor…

Ama o büyük taşı konuşmadan, onun durduğu yeri eleştirmeden, onu yerinden oynatmadan bu ülkede yapılacak tüm tartışmalar, “çalıyı dolanmak” kabilinden olacak ve “sen salla başını ben bilirim işimi” diyen odakların bıyık altından kıs kıs gülmelerine neden olacaktır.

Biz de, ortalıkta konuşup tartışanlara bakıp gerçekten bir şeyin tartışıldığını sanacak ve kendi kendimizi avutacağız zahir. Belki de ortada bir şeyleri tartışıyor gibi görünen karaltılar, aslında “muhalif lazımsa onu da biz peydahlarız”cıların ağızlarına verdiği düdüğü öttüren işgüzarlardır; kim bilir…

Siz siz olun, yanlış duran büyük taşa dokunmadan ya da en azından bunu hedeflemeden tartıştığını zanneden kayıkçıların ahmak seyircisi olmayın.

Onlara karşı, tebessüm etme, hatta kahkaha atma hakkınızı kullanabilirsiniz mesela…

 

 

Yorum Yaz