Din ”Medîne”yi, Medîne ”Medeniyeti” doğurur

Geçen haftaki yazımızda, “itmam” edilen nimetin “ikmalinin”, Din’in mensuplarının üzerinde, Allah’a olan borçlarına karşılık yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk olduğunu dile getirmeye çalışmıştık.

Din ile aynı kökten türetilen “Medine”, borçlu ile alacaklı arasındaki anlaşmazlığı adil bir sistemle halleden “deyyan”a (hakim, yönetici) sahip olan yerleşim birimine verilen isimdi. Peygamber Efendimiz Yesrib’e hicret ettiğinde, burasının adı Medinetu’n-Nebi’ye, kısaca “şehir” anlamına gelen Medine’ye dönüştürülmüştü.

Bu dönüşüm sadece isimde kalan bir dönüşüm değildi. Aslında fiili bir durumun adının konulması anlamına geliyordu. Çünkü Allah’a karşı borçluluk duymayan; dolayısıyla insana, eşyaya, doğaya ve çevresine karşı sorumsuz davranan, hakkın güçlü olduğu değil gücün haklı ilan edildiği insanların oluşturduğu “kent”, yerini “şehir”e, yani Medine’ye terk etmişti.

Burada artık üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü hakimdi. Tek dünyalı insanlar yerini çift dünyalı insanlara bırakmıştı. Bu nedenle denetim mekanizması biri hukuki, diğeri sosyal, sonuncusu uhrevi olmak üzere üçlü bir müeyyide sistemine bağlanmıştı. Böylece insanda zaten var olan vicdan ile Allah arasındaki kopmaz bağ bir daha unutulmayacak şekilde hatırlatılmış, bu bağı aktif hale getirip Rabb’iyle iletişime giren kişiler sorumluluk bilinciyle donatılmıştı.

Aynı zamanda Medine, dinin tam ve kamil manada yaşandığı yerdi. Yani, insanın Allah’a, hemcinslerine, eşyaya ve kendisine karşı sorumluluklarını yerine getirdiği, “borcunu” ödediği mekan idi. Dolayısıyla Medine, “huzur şehri” olarak anılmayı hak eden tevhid, adalet, güvenlik ve özgürlük diyarıydı.

Din’in kendi Medine’sini oluşturma sürecinde anahtar kelime “değişim” idi. Kur’an, Sevgili Peygamberimize kendi Medine’sini oluşturmanın tüm zamanlarda ve mekanlarda geçerli olan altın anahtarını daha Mekke’deyken vermişti:

“Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez.” (13.11)

Toplumsal bir değişimin adresi önce bireysel değişimden geçiyordu. Bireylerin derinliğine değişimi gerçekleşmeden toplumların yatay değişimi gerçekleşmez diyordu İlahi yasa. Yani, bireyin vicdanı oluşmadan toplumun vicdanı oluşmaz.

Her insanda fıtri bir “İslam” olarak pasif bir vicdan vardı. Asıl iş bu pasif vicdanı aktif, etkin ve aktüel kılmaktı. Fakat bu yetmiyordu. Aktif hale gelen vicdanın aktivitesini doğru kullanması için onun istikametini ana bağlantılarla sürekli kontrol eden bir akla ihtiyacı vardı. Kur’an başından beri bu aklı oluşturmak için çırpındı. Sorumsuz aklı “karanlıklar” olarak nitelendirip, tüm muhataplarına hem vahyin hem de peygamberin misyonunu “kendilerini karanlıktan çıkarıp aydınlığa iletme” olarak tanıtıyordu.

İşte değişimin başlangıç noktası burasıydı. Akıl gibi, vicdan gibi doğru araçlara sahip olan birey, imanından aldığı enerjiyle bunları kullanarak kendi iç dünyasını baştan başa yenileyecek, yani değiştirecekti. Bu değişim doğal olarak ele ayağa, göze kulağa, dile dudağa yansıyacaktı.

O artık farklı bir gözle bakıp eşyayı farklı, yani gerçek haliyle gören biriydi. O yığınların baktığı yerden bakmadığı için “kalabalıklara” (ekseru’n-nas) ait değil “akleden bir kalbi olanlara” (ulu’l-elbab) ait idi. Dolayısıyla şeytanın gör dediği yerden değil, Allah’ın gör dediği yerden bakıyor, kendisini, eşyayı ve olayları öyle algılıyordu.

Bu bakış açısı, onu sadece “farklı” değil, aynı zamanda “güçlü” de kılacaktı. Güçlü, aktif ve etkin… Şu gerçek inkar edilemez bir biçimde ortada duruyordu: Kendini değiştirecek bir iradeye sahip olmayan birinin başkalarını değiştirmeye kalkması ham hayaldi. Kendisini değiştirebilen biri ise zaten doğal bir cazibe merkeziydi. Yörüngesine giren herkes az ya da çok kendi istidadınca ondan etkilenecekti.

Dahası, kendisini değiştirebilen birini, değişmenin sırrını elde etmenin verdiği özgüven, özgürlük ve özgüçle çevresini değiştirmekten hiçbir engel alıkoyamayacaktı. Bireysel değişimin kişinin kendisine atfedilip toplumsal değişimin Allah’a atfedilmesinin sırrı da işte burada yatmaktaydı. Birincisinin sonucu doğal olarak ikincisini getirecekti. Bunun yasalarını koyan Allah olduğu için, -kamusal eylemlerin hemen tamamında olduğu gibi- eylem doğrudan kamunun sahibi olan Allah’a atfedilmişti.

Nasıl ki “din” ile “Medine” arasında doğrudan bir irtibat varsa, Medine ismi ile “meddene” fiili arasında da öyle bir irtibat bulunmakta. Meddene, “şehirler tanzim etti, medenileşti, hukukun üstün olduğu bir nizam kurdu” anlamına gelir. Bu işin tüm insani alanları kaplayıp bireysel ve toplumsal hayatın tüm ihtiyaçlarına cevap verir hale gelmesine “temeddün” adı verilmektedir. Sonunda elde edilen “medeniyet”tir.

Din, medine, medeniyet… Ya da şahsiyet, toplum, hayat… Tıpkı anlamın oluşum süreci gibi: Harf, kelime, cümle… Keşke bir hayat inşa etmek, bir cümle inşa etmek kadar kolay olsaydı, ama değil, fakat imkansız hiç değil. Çünkü dinin anlamlarından biri de “doğal yöneliş”tir. İnancımıza göre dinin yasasıyla tarihin ve insanın yasası aynı el tarafından konulmuştur.

O halde, neden her şey ters gidiyor?

Evet, bir yerlerde ters giden bir şeyler var.

Fakat kesinlikle bu O’ndan kaynaklanmıyor.

Kimden kaynaklandığını hala merak ettiğinizi hiç sanmıyorum.

( 11 Mayıs 2001 )

 

Yorum Yaz