Dinin ikmali, nimetin itmamı

Dine mensup olmak, varoluşsal anlamda borçlu olduğunun bilincinde olmaktır.

Ed-Dîn’e göre insan, varoluşunu Vareden’den borç olarak almıştır. Bu yüzden “borç” ile “borçlu” aynı varlıkta birleşmiştir. Yani insan “borç” olduğunun bilincinde olan tek “borçlu”dur. Bitimsiz hamd yükümlülüğü, bu borçluluğun bilinç düzeyinde sürekli diri tutulması içindir.

Borçluluk duygusu, insan-insan ilişkisinde, borç alanı borç veren karşısında zillete götürür. Aynı duygu, Allah-insan ilişkisinde, borç alanı borç veren karşısında kulluğa götürür. Hedefi aşkın ve mutlak varlık olan kulluk ise, hem borç aldığını sahiplenme ve onlar üzerinde hakimiyet kurma anlamında özgürlüğün, hem de yalnızca borcunu ödeyenlerin ’emin’ oldukları ve emin kılındıkları güvenliğin tek garantisidir.

Güvenlik ve özgürlüğün tek sahici kapısının din olduğuna inanan bir dindar, sahip olduğu her değere bir “borç”, bir “emanet” olarak bakar. Başta kendi öz varlığı olmak üzere, hayatı, ailesi, sevdikleri, serveti, makamı, şöhreti, sevgisi, bilgisi hep birer emanettir. Bir yandan bu emanetlerle, öte yandan bu emanetlerin gerçek sahibiyle ilişkisini sağlıklı ve sahih bir zeminde tutmaya çaba harcar.

Din, borçluluk bilinci sayesinde, mensubunu “kendi kendine yettiği” sahte duygusuna kapılmaktan korur. İnsanın kendi kendine yettiğini sanmasının en vahim sonucu, sorumluluk bilincinin yerini tehlikeli bir sorumsuzluğa terk etmesidir. Böyle bir durumda o insan, kendisini ve çevresini tahrip eden akıllı bir tahrip kalıbına dönüşecektir. Elde ettiği güç ve kullandığı yetki büyüdükçe, çevresine verdiği tahribat da büyüyecektir.

İşte bu yüzden Yaratıcı, sadece insanın iç dünyasına akıl gibi bir peygamber yerleştirmekle kalmayıp, dış dünyasına da peygamber gibi bir akılla müdahalede bulunmuştur. Peygamberler, Allah’ın hayata aktif müdahalesinin bir unsuru olan vahyi insanlığa taşıyan, insan suretinde tecelli etmiş İslam aklıdırlar.

Peygamberlik kurumunun zirvesi olan Hz. Muhammed aleyhisselama, vahyin zirvesi olan Kur’an mesajının inişi, yaklaşık 23 yıl sürmüştür. Zamanı ve mekanı aşan bir tohum, zamana ve mekana ait bir toprağa ekilmişti. “Şimdi” ve “burada”nın tarlasında, “her yerde” ve “her zaman” geçerli olacak bir ürün yetiştirilmişti.

İlahi mesajın iniş sürecinin sona yaklaştığını en açık ve net bir üslupla haber veren Kur’an ayeti şuydu: “Bugün dininizi sizin için ikmal ettim ve nimetlerimi sizin için itmam ettim; teslimiyeti ise sizin için din olarak kabul ettim.” (5.3)

Ayette dinin ikmal edildiği, fakat nimetin itmam edildiği ifade ediliyor.

“Acaba bir şeyi ikmal etmekle itmam etmek arasında fark var mıdır?” diye soruyor ve cevabını almak için otoritelere başvuruyoruz. Bize şöyle diyorlar: Bir şeyin ikmali, onun cevher ve arazının kemale ermesidir. Bir şeyin itmamı ise, cevherinin kemale ulaştığı halde henüz arazının kemale ulaşmamış olmasıdır. (Süyuti, el-İtkan)

Bir müminin görevi, ikmal olmuş olan dine zam yapmak, ya da ondan ıskonto yapmak değil (ki birincisini cahil sofular, ikincisini düpedüz cahiller yapar), inandığı değerlerin inşa ettiği bir tasavvur ve akılla, nimetin de kemale erdirilmesi için var gücüyle çaba göstermek olmalıdır.

Bu da dini değerleri tüketmekten değil üretmekten geçer. Tarihin bir zaman ve mekanında yetişen zamanlar ve mekanlar üstü ürünün tohumunu, kendi zaman ve mekanınıza, kendi şimdi ve buradanıza ekmekten geçer.

Toprağı ıslah etmek, bahçıvanı eğitmek yerine, işe tohumu ıslah etme iddiasıyla başlayanlar, kusurun tohumda olduğu önyargısına sahip olanlardır. Onlar kendilerine, itmam edilen nimetin de itmam edilmesini dert edinmemişlerdir. Onun için onlar tohumu ekecek toprak arayan sorumlu bir bahçıvan gibi de davranmamışlardır.

Cins tohumların, ancak cins topraklarda, maharetli bahçıvanlar eliyle, uygun iklimde ekilip yetiştirildiği gerçeği onların umurlarında bile değildir. Onun için cins topraklara hayat veren güneşin hoyrat yarasa sürüleri tarafından engellenme girişimleriyle hiç ilgilenmemektedirler. Bu yüzden, tohum yetiştirme amacıyla kullanılma ihtimali olan her temiz suyun kökünü kurutma çabalarını görmezden gelmektedirler.

Onların asıl derdi, tohumu “mal yemi” diye satıp, kazandıklarıyla gününü gün etmektir. En sevdikleri söz, “el-Kâsibu habibullah: Kazanan Allah’ın sevgilisidir” sözüdür. Onlar, bu sözün söylendiği zaman ve mekânda, kazanmanın en yaygın en meşru yolunun üretim olduğunu, dolayısıyla bu sözün gerçekte “Üreten Allah’ın sevgilisidir” anlamına geldiğini dahi görmezden gelirler.

Evet, nimeti de tıpkı din gibi ikmal etmek nimetin sahibinin işidir. Fakat o nimetin kendisine emanet edildiği kimseler, öncelikle ikmal edilen dine ve itmam edilen nimete ihanet etmemeyi bilmelidirler.

Bu ülkenin Müslümanları şu soruyu kendi kendilerine sormalıdırlar: “Duruşumuz hiç ikmal edilmiş bir din mensubunun duruşuna benziyor mu?”

Bu ülkenin Müslümanları, nimetin ikmali işini, bu ülkenin ya da başka ülkelerin gayr-ı Müslimlerine bırakmışlarsa, onların aklıyla düşünüp onların ulufesiyle yaşamak gibi bir yabancılaşma ve zilleti de hak ediyorlar demektir.

Eskiler “kıymet bilmeyene kıymet yetmez” derlerdi; ben bu sözü biraz farklı bir biçimde yeniden kurmak istiyorum: Kıymet bilmeyenin, kıymeti olmaz!

( 4 Mayıs 2001 )

 

Yorum Yaz