Doğu, doğrular üzerinde uyuyor Batı yanlışlar üzerinde yaşıyor (2)

Seyyid Hüseyin Nasr, İslam dünyasına yönelik “çöküş” iddialarını zamanlama açısından sorguluyor.

Bu iddiaya sorgusuz sualsiz teslim olan ya da savunmacı bir vaziyet alan aklın “aşağılık duygusuna” kapıldığını söylüyor. Nasr, adlı adınca söylemiyor ama bu kavramların “semantik bir savaşın” cephanesi olduğunu düşünüyor belli ki. İşte tepkisi:

“Neye ya da hangi standarda göre çöküş? Ortada bir model olmalı ki, buna göre ölçülebilsin ve buna izafetle çökmüş olduğu hükmüne varılabilsin.”

Nasr, vahyin inşa etmediği Müslüman zihinlerin, kendi medeniyetine Batılı (oryantalist) gözüyle baktığını, Batı’nın İslam medeniyeti için biçtiği çöküş tezini sorgusuz sualsiz kabullenmenin bu zihni kölelikten kaynaklandığını söylüyor. Tabiî ki o İslam medeniyetinin 13. yüzyılda çöktüğü tezine itiraz ediyor. Buna da İslam astronomisinin 15. yüzyıldaki, İslam tıbbının 18. yüzyılda İran ve Hindistan’daki ataklarını örnek gösteriyor.

Elbet buna, Osmanlı’nın 15 ve 16. yüzyıllardaki siyasi, askeri ve savaş teknolojisi alandaki başarılarını da eklememiz lazım.

Sözü Nasr’a bırakalım: “Çöküşü, Medine cemaatini mükemmel İslami toplum olarak gören ve bütün diğer İslami cemiyetleri bu kıstasa göre değerlendiren geleneksel İslami bakış açısı yerine, günümüzün Batılı dünyevi ‘medeniyet’ ölçütleriyle açıklayan bu anlayışın sonunda genç Müslümanların zihinleri dumura uğramıştır. Bu Müslümanlar kendilerine ve kültürlerine karşı güvenlerini kaybeder oldular.”

Ona göre “çöküş” 18. yüzyılda başlıyordu ve bunun nedeni de “zamanla vahyin semavi kökeninden yavaş yavaş uzaklaşma” idi. Ama hepsinden öte bunu “ilahi yasa” çerçevesinde algılamalıydı: “Bütün medeniyetler çöktü. Sadece çöküşleri farklı şekillerde oldu; Doğu’nun çöküşü pasifken, Batı’nınki aktif oldu. Çöküşte Doğu’nun hatası düşünmeyi terk etmesidir; Batı’nın hatası ise çok ve yanlış düşünmesidir. Doğu doğrular üzerinde uyuyor, Batı ise yanlışlar üzerinde yaşıyor.”

“Çöküş” tasavvuru böyle. Peki, ya bu çöküşten kurtulmak için öngörülen ‘İslam rönesansı’ veya ‘ihya’ tasavvuru nasıl?

Nasr, Rönesans ve ihya tasavvurunun da, tıpkı çöküş tasavvuru gibi yamuk olduğunu söylüyor: “Gerçekten ‘ihya’ diye gösterilen birçok hareket aslında öyle değildir. Aslında şu veya bu şekilde cahiliyye vasıflarıyla muttasıf bir hayata yaklaşma söz konusu oluyor. Nasıl oluyor da tamamıyla gayrı İslami bir düşünce biçimi İslami düşüncenin ihyası, ya da şeriatın öğretilerine doğrudan muhalif bir faaliyet, bir İslami sosyal Rönesans olarak selamlanıyor?”

Ve şu doğru tespit geliyor ardından:

“Metafizik miyoplukları, modern Batı’nın budalalıklarına -ki değişmezin tasavvurunu kaybetmiş bulunuyorlar- körce boyun eğen modernleşmiş Müslümanlar grubu, ne eşyanın değişmez hakikatlerini idrak edebilecek entelektüel tasavvura, Kur’ani terminolojiyle Eşyanın melekutuna, ne de peygamberi geleneğin tesis ettiği düsturda sebat gösterecek bir inanca sahiptirler.”

Cemil Meriç kendisiyle yapılan bir söyleşide “Ben düşmanı bilirim” diyordu. Bu aynı zamanda, dostu düşman kadar iyi tanımadığının da itirafı. Bu bir mertlik. Ne yazık ki içeriden konuşan her ses onun kadar açık yürekli değil. Düşmanı tanıyor, bu tanıma üzerinden dostlarına “tez” geliştiriyor. Hasmına mecbur olma diyebileceğimiz bir illet bu. Tıpkı “geyik muhabbeti” deyiminin doğmasına neden olan durumu çağrıştırıyor. Sonunda ortaya çıkan da gerçek bir “geyik muhabbeti” oluyor.

Nasr, Müslüman mahallesindeki “yeniden diriliş” (Rönesans) söylemlerine dönüyor ve şimdilerde ABD’de örneği yaşanan ve bir zamandan beri izdüşümlerini tüm İslam topraklarında gördüğümüz “gelişme”yi tam izah eden şu sözleri söylüyor:

“Modernizmin öğretileriyle zihni yapısal değişime uğramış biri için de İslam hukuku alanında içtihat ve görüş beyanı mümkün değildir. İslam dünyasındaki modernistler arasında geçen yüzyıl boyunca süren İslami Rönesans tartışmalarına rağmen böyle bir şey vuku bulmamışsa, bunun kati nedeni, modernistlerin modern dünyanın tam anlamıyla elzem olan esaslı ve eleştirel bir kavrayışına sahip olmamaları ve dünyanın geçici değerlerine İslam’ın ezeli ve ebedi prensipleri ışığında bir kıymet takdirinde bulunmamalarıdır.”

Peki, “ne yapmalı”?

Nasr’ın buna cevabı, vahyin inşa ettiği akla sahip olduğunun da bir göstergesi:

“Dünyanın gerçek reformu insanın reformuyla başlar. Kendini fetheden dünyayı fetheder ve kendisiyle İslami prensiplerin tüm genişliğiyle ihya bulduğu bir şahıs, bizzat İslam’ın ‘rönesansına’ doğru en esaslı adımı atmış demektir; çünkü sadece ‘hakikatte’ dirilen çevresindeki dünyayı Allah’ın iradesi doğrultusunda diriltebilir ve neşvelendirebilir.”

Görmüyor musunuz; o da “yürek devleti” diyor. Değil mi ki, sözler ne kadar parlak olursa olsun, cesettir. Onlar ne kadar hayata aitse, o kadar hayat bulur, o denli hayat bahşeder.

Yorum Yaz