Elmayı seviyorum diye, kurdunu da sevmek zorunda mıyım?

Bendeniz, Nur Risaleleri’nin bir “mektep” olduğu görüşündeyim.

Merhum Üstad Said Nursi’nin, zor zamanlarda esas duruşunu bozmamak için çektiği ıstırapların, acıların ve sancıların imbiğinden geçirerek kaleme aldığı külliyatın okuyanın yüreğinde bıraktığı farklı lezzet, biraz da buradan gelmektedir.

Bir açıdan Nur Risaleleri, zorlu ve çetin bir yolculuğun çok özgün “yol hikâyeleri” gibi okunabilir. Yolcu, adam gibi bir yolcudur; bu dünyada tuttuğu yükün tamamı bir heybeyi geçmemiştir. Adeta “Kün fi’d-dünya ke-abiri’s-sebil: Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!” tavsiyesine uyarak, elde demir asa, ayakta demir çarık yola çıkmış ve yatalaklara nispet olsun diye “matarasına tuzlu su” koymuş bir “yolcu”nun hikayesidir onlar.

Yolcu’yu “yol”dan, yolu “yolculuk”tan, yolculuğu “menzil”den ayrı değerlendiremeyiz. İşte tam da bu yüzden, yolu bilmeyenlerin yolcuyu anlama iddiaları ham hayaldir. Sadece bu kadar mı? Değil elbet; “yol hikâyesi” okumanın adamı yolcu etmeye yetmeyeceğini bilmeyenler, “yolcu”yu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler de anlayamaz. O ki, Said Nursi ile başlamadığı gibi onunla bitmeyecek olan, insanlık tarihiyle yaşıt kutlu bir yolculuktur.

Yolcu, yol, yolculuk ve menzil

O yolun tüm sadık yolcuları, yolun kenarına dizilip de yolcuyu alkışlayanlarla ya da taşlayanlarla hiç ilgilenmemişler; “yolcu yolunda gerek” diyen tavırlarıyla, taş atanların da, gül atanların da “yolcuyu” anlamadıklarını, eğer anlamış olsalardı kendilerinin de “yolcular kervanına” katılmaları gerektiğini zımnen söylemişlerdir. Doğaldır ki, gerçek bir yolcu tüm dikkatini diğer yolculara değil “yola” verir. Değil mi ama “menzil-i maksudu” olan biri hiç yolu ya da yolcuyu “menzil” edinir mi?

Yolculuk yapmak yerine yola yatan, yoldayım diye tafra satan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yol, yolcu ve menzil üzerine nutuk atanlar her şeritte bulunabilir… Tabii ki Nur Risalesi okuyucuları arasında da… Şahsen bunu garipsemem. Fakat bir şeyi garipserim: Kendisini Risale-i Nurlara nispet edip de terbiye ve edep yoksunu olarak kalmayı.

Nur mektebinde tedris etmiş, o çeşmenin suyundan içmiş birçok dostum var. Bazılarıyla dostluğumuz uzun yıllara dayanır. Onların hepsi de, etraflarında edep ve terbiyeleriyle temayüz etmiş örnek şahsiyetler. Dahası, diğer İslâmî meşreplerden belki en bariz farkları toprak gibi “kesif” değil, nur gibi “latif” bir davranış moduna sahip olmalarıdır.

Fakat bir makalelik “adil ve mutedil” bir “cemaat eleştirisi”ne gelen olumlu-olumsuz bir yığın tepki yanında bir de üçüncü bir kategori vardı ki, beni düş kırıklığına uğrattı: Terbiyesiz ve oldukça seviyesiz bir kör taassup.

Nur Mektebi’ne mensup olan terbiye ve edep timsali çoğunluğu tenzih ederim. Taassubun, insanın akli melekelerini dumura uğrattığını, kişiye karpuzu kabuğuyla, pirinci taşıyla yedirdiğini bilirim. Her gözü kapalı mutaassıbın, tutkuyu “sevgi” sandığını, temyiz melekesini askıya aldığını, vasıtayı maksat yerine koyduğu için aldandığını da bilirim. Fakat taassubun kişinin edep ve terbiyesini yok ettiğini, ne yalan söylemeli, yeni fark ettim.

“İnsanlar risale okuyarak edep ve terbiyelerini kaybediyorlar” demek, insaf ve vicdanla bağdaşmayacağına göre, geriye bir tek şık kalıyor: Edep ve terbiyeden yoksun kimi insanlar da Nur Risalelerini okuyorlar, ama bu onların ahlâkında zerre miktar bir gelişme sağlamıyor.

Değer üreticileri, değer tüketicileri

Hayır hayır, terbiyesizliği teşhir edecek değilim; kem söz sahibine yakışır. Asıl diyeceğim şu: Her çizginin, davanın, değerin iki tür mensubu olur: 1. Tüketicisi, 2. Üreticisi.

Aynen şu insanoğlunu besleyen bitkiler gibi: O bitkilere arılar da konar, sinekler de. Arılar o bitkilerin çiçek özünü toplayarak bal “üretirler”. Sineklerse o bitkileri sadece “tüketirler”. İşin en ilginç tarafı nedir biliyor musunuz: Her nimetin tüketici sineği, o nimetin adını alır.

İnanmazsanız, buyurun şu misallere bakın:

Arpanın düşmanının adı “arpa sineği” (oscinella) adını alır.

Üzümün düşmanının adı “bağ sineği” (janetiella)’dır.

“Contarina”yı Türkçeye “bezelyeci sinek” diye tercüme edebiliriz: Tahmin edeceğiniz gibi “bezelye tüketerek geçinen” bir sinek türüdür. “Biber sineği” (asphondilia capsici), “buğday sineği” (mayetiola), “sebze ve meyveci sinek” (myopardalis pardeline) vs. diye devam eder gider. Dikkat buyurun: Hepsi de tükettiği nimetin adını almıştır.

Kendinizi bir “değere” nispet etmiş olmanız tek başına çok şey ifade etmez; asıl olan sizin o değeri ne yaptığınızdır: Tüketiyor musunuz, üretiyor musunuz? Bakınız etrafınıza, kendini nispet ettiği değeri (din, dava, ideoloji, mektep, meşrep, mezhep, cemaat, çizgi vs.) tezgâhında pazarlayarak geçinen bir yığın “değer tüketicisi” ile karşılaşacaksınız. Bu tiplerin işi, nerede olurlarsa olsunlar, üzerlerine kondukları değerin sırtından geçinmek, onun pazarlamasını yapmaktır. Bu tipler kendilerini nispet ettikleri değerin “yüz akı” değil, “yüzkarası”dırlar. O değeri içten içe yer bitirirler, tıpkı bir elma kurdu gibi.

Dostlarım, vallahi ben elmaları severim, fakat kurdunu değil! Söyleyin Allah aşkına; bunda anlaşılmayacak ne var?

( 5 Haziran 2000 )

 

Yorum Yaz