Fazilet kongresinin hatırlattıkları

Fazilet Partisi’nin kongre sürecinde yaşananlar, bu ülkedeki geçmişi 30 yılı aşan İslami referanslı siyasal hareketin zaaflarını bir kez daha gün yüzüne çıkardı.

“Gün yüzüne çıkardı” diyorum, çünkü tüm kapalı havza kültürlerinde görülen içine kapanıklık, söz konusu siyasal hareketin de ‘âmentü’ maddelerinden biriydi. Eskimez tabir, bu prensibi “kol kırılır yen içinde kalır” diye formüle etmişti. Fakat kol kırılalı çok zaman olmuştu. Kırılan kol yen içinde kaldığı için, tedavi edilmemiş, belki sadece pansumanla geçiştirilmiş, bunun sonucunda da kangrene dönüşmüştü.

Sadece kol değildi kırılıp da yen içinde kalan. Sık sık ayak, bacak, bel, kaburga da kırılmış ve yine ‘yen’ içinde kalmıştı. Böyle bir bedenin akıbetini sormaya gerek var mı? Sonuç belli. Bu mantık, acı çekerek ve yaraları açarak tedavi olmaktansa, uyuşarak ve örterek ölmeyi tercih eden bir mantıktı. Bu yüzdendir ki, bu ülkedeki tüm siyasal yapılar içerisinde en çok taze kan alan bir yapı olmasına rağmen, aldığı bu taze kanları en çabuk bozan ve çürüten bir yapı olmaktan kurtulamadı.

Bu, neden böyleydi?

Bu sorunun cevabını ararken, İslami referanslarımızdan kuşkulanamazdık. Çünkü o referanslar, tarih boyunca kendisine sahih bir biçimde yaslanan ve kendisini tüketmek yerine üreten nice cılız yapıları zirvelere taşımıştı.

“Tüketmek” ya da “üretmek”. Tılsım bu iki sözcükte. Seversiniz, sevdiğinizi ya üretir, ya da tüketirsiniz. Üretmek çaba ister, yoğunlaşma ister, ilgi, bilgi ve emek ister. Tüketmek için bunların hiç birine gerek yok, tezgahtar olmanız yeterli.

İslami değerleri politika pazarında tüketmenin olmazsa olmaz bir ekseni vardır: İtaat ahlakı. Bu, yeni bir buluş falan değildir. 1400 yıllık tarihimizin adına ‘saadet’ denilen ‘üretim yıllarının’ hemen ardından, bu muhteşem birikimi tüketmek için ortaya çıkan Emevi siyaset esnafı tarafından keşfedilen bir ‘devlet ahlakı’ bu.

Hz. Peygamber’in ve kutlu öğrencilerinin Kur’anî kader inancı (her şeyin bir yasasının olduğu inancı), Emevi seyaset esnafı eliyle tepetaklak edilirken, işte bu “itaat ahlakı”nın yerleşmesi hedefleniyordu. Büyük imam Hasan Basri’nin Emevi Halifesi Abdülmelik’e yazdığı o ölümsüz mektubu okuyunca, işi bilenlerin bu sapma karşısında düştüğü telaşı daha bir iyi anlıyoruz.

Son noktasını Fazilet Partisi’nin oluşturduğu çeyrek yüzyılı aşan bir ömre sahip siyasal çizginin öncülüğünü yapan kadroyu eleştirmeden önce, bu kadronun “hayat tasavvurunu”, “din anlayışını”, “siyaset anlayışını” ve “devlet anlayışını” ele alıp iyice incelemek gerekiyor. Ondan sonradır ki, “Bunu neden böyle yaptılar?”, “Şunu niçin şöyle yapmıyorlar?” ya da “Neden öyle davranıyorlar?” gibi soruların cevabını bulabiliriz.

Bir kez kesin olan bir şey var: Kişinin ameli/eylemi bilgisini aşamaz. Dahası var: Kişinin bilgisi, bilincini/şuurunu aşamaz.

Kimse alınmasın, gücenmesin. Samimi olarak soralım: İslami siyaset üreten kadroların İslami bilgisi nedir? İslam adına bildiklerinin sıhhati nedir? Amiyane tabirle, kafalarındaki İslam’ın modeli kaçtır? Dayandıkları referanslar nelerdir? Kur’an ve onun üretilmesi olan sünnet mi, yoksa 1940’ların totaliter eğitim sistemine ilaveten müesesesiz bir ‘tekke kültürü’ ve ‘itaat ahlakı’ mı?

Din ve tarih algıları nedir bu kadronun? 30 yıldır koca bir sayasal hareketin “Fatih ve Akşemseddin” (illa ki Akşemseddin Fatih’e biatlı olacak) düalizmine dayalı bir mantıkla götürülmesini nasıl açıklayabiliriz? Elbette, bu kadronun din, tarih ve siyaset algısının varıp dayandığı sınırlı ufukla.

Ben bu kadronun zihnindeki ‘Peygamber’in portresini göz önüne getirdiğimde de şaşırıyorum: “Kuru et yiyen bir kadının oğlu” olan her şeyiyle ‘insan’ bir “Peygamber” yerine elmas taçlı, altın tahtlı, sırma kaftanlı bir “Peygamber” tasavvuru.

Ya “devlet” tasavvuru Hz. Peygamber’in ‘istişareyi’ kurumlaştırmış adalet ve tevhid ekseni üzerinde duran ve ‘saff’ sistemine bağlı ‘insan devleti’ yerine ‘itaati’ kurumlaştırmış ve kutsamış, hiyerarşinin alttan yukarıya doğru piramidik bir mahiyet arzettiği ‘saltanat devleti’.

Bu insanlara yıllar yılı milletten devlete yapılan her güç transferinin bindikleri dalı kesmek demeye geldiğini, bunun ne ‘insani’ ne de ‘İslami’ olacağını; aslolanın tam tersi olması gerektiğini anlatabildik mi? (Burada Refah-Yol döneminin bir bakanına bakanlığıyla ilgili bir alanda sivilleştirme yapmasını önerdiğimde, zatın içinde yatan devletçi arslanın nasıl kükrediğini unutmam mümkün mü?) Asıl yatırımın ‘politikaya’ değil ‘insan unsuruna’ özellikle de insan kumaşının kalitesini artıracak alanlara yapılan yatırım olduğunu anlatabildik mi?

İnsanlar, üstlendikleri makamlara bilgileri, bilinçleri, ahlakları, alışkanlıkları, kapasiteleri, tasavvurları ve tavırlarını da birlikte taşırlar. İnsanların ellerine emanet edilen bir politik hareketi nasıl sevk ve idare ettiğine bakarak, ellerine emanet edilecek bir ülkeyi nasıl yöneteceğini çıkarmak üç aşağı-beş yukarı mümkündür.

Halife Ömer’e yolda giderken sıradan biri “Allah’tan kork Ey Ömer!” der. Ömer’in rengi atar, buğulanan gözleriyle der ki: “Ömer de kim ki Allah’tan korkmasın!”

Fazilet Partisi, çekinmeden “Allah’tan kork!” diyecek tabana ve kendisine Allah’tan korkması hatırlatılınca titreyecek, yalnız Allah’tan korkacak ve O’ndan başka hiçbir şeyden korkmayacak tavana kavuştuğu gün “faziletin partisi” olacaktır.

( 12 Mayıs 2000 )

 

Yorum Yaz